Bir Zamanlar Erzurum Fethi Siverekli Anlatıyor...

BİR ZAMANLAR ERZURUM veya ESKİ ERZURUM:(Fethi Siverekli anlatıyor)

Pasinlerin Ağcalar köyünde 1949 yılında gelmişim. Yirmi yaşına kadar köyde yaşadım. O zamanlar köyümüzde farklı bir kültür vardı. Köyümüzün saygın insanları vardı. Zengini bir başka güzel, fakiri bir başka güzeldi. Herkes birbirine yardım ederdi. Herkes mutluydu. Terbiye, saygı, dürüstlük vardı.

Köyde tandırlar yanardı. Annelerimiz lavaş ekmek pişirirlerdi. O zaman somun yoktu. Patatesi ortadan yarar, tuzlar, tandıra vururlardı. Kızarır, nar gibi olurdu. Ailece toplanıp yerdik. O zaman bolluk vardı. Süt, yoğurt, tereyağı, et vardı. Hastalık falan olmazdı. Yazın Rençberlik ederdik. Güz olurdu, her şeyimizi fazlasıyla yapardık. Her yıl bir tane de inek keserdik. Kavurma yapardık. En az iki teneke olurdu. Kış boyunca bol bol yerdik.

Eskileri anlatıyorum ya. Köyümüzde bazen kavga olurdu. Ne karakol, ne mahkeme, kimse bilmezdi. Köyün ileri gelenleri imamı, muhtarı, öğretmeni toplanır barıştırırlardı.

Yazlarımız çalışmayla geçerdi. Kışında gündüz hayvanlarımıza bakardık. Geceleri köy odalarımız vardı. Bu odalarda herkes emsaliyle otururdu. Radyo, televizyon yoktu. Hikâye anlatırlardı büyüklerimiz. Siret kitapları, Aba Müslim, Kara Davut, Cenk kitapları okurlardı. Saatin nasıl geçtiğini anlamazdık. Ertesi akşamı iple çekerdik. Uzun kış gecelerinde kavurga yapardık. Tel helvası çekerdik, süt helvası yapardık.

Köyümüze politikacılar gelirdi. Şehirden köyümüze büyük insanlar gelirdi. En iyi şekilde ağırlanırlardı.

İlçeye giderdik, oradakiler daha farklı. Hacı Rüştünün kahvesi meşhurdu. Bahçeler, çermikler. Yazları bahçelerde ses sanatçıları konserler verirlerdi.

Deli Yusuf, Teyo pehlivan vardı. Çocuklar takılırdı. Onlarda söverdiler. İlçe halkı onlara çok bakardı. Yusuf ramazan ayının gelmesine çok kızardı. Çünkü aç kalırdı. Ona derlerdi ki’’ Ramazanı Teyo pehlivan getirmiş.’’ Gider Teyo pehlivanı bulur, döğüşülerdi. Birbirlerine çal ha çal ederdiler. Millet bunları ayırt ederdi. Ramazan ayında Teyo oruç tutmazdı. Fukara herif, kimi kimsesi yok. Nasıl tutacak. Bir gün biri soruyor ki ‘’Pehlivan hiç oruç tuttun mu?’’ Diyor ki ‘’Hılaf yok, otuz sene tuttum, ama bir randıman alamadım. Daha tutmirem.’’ Adam soruyor’’ Peki sahura neden kalkıyorsun’’ Teyo da diyor ki ‘’kalkmiyim de gâvur mi olim?’’

‎Ayşe Aras‎ - ERZURUM SEVDALILARI VE GÖNÜL VERENLER 
HASANKALELİ DELİ YUSUF GÜL YUSUF KİMDİR.

HASANKALE mizin AHA Köyündendir. 1.Cihan harbinde Deli Yusuf 5-6 yaşlarındayken Ermeniler bunların köyüne saldırmış. Yusuf amca o sırada tarladaymış...Uzaktan köyünün üzerinde bir duman görünce koşmuş köyüne doğru...Bakmış ki Ermeniler bütün köy halkını camiye doldurmuşlar..Sonra da Caminin kapılarını kilitleyip ateşe vermişler camiyi. İçeride bir sürü insan yanarak can vermiş. Yusuf amcanın anası, babası gardaşları hepsi yanarak can vermiş...Bu durum karşısında Yusuf amca aklını yitirmiş...İşte o gün den sonra tırnaklarına bakar bakar ağlarmış. Tırnaklarına baktığında ermenilerin yaktığı ailesini görürmüş hep.... 

Deli Yusuf amca hiçbir çocuğa bir fiske vurmazdı, çocukları çok sever yanına yaklaşan bir çocuğun mutlaka başını okşar giderdi,

Buna bizzat şahit olmuş birisi olarak benim başımıda okşadığına şahit olmuşumdur.5 vakit namazında niyazında olan yusuf amca bence bir veli idi. Bizim Hasankalemizde deli Yusuf diye tabir edilen deli Yusuf amcanın deliliğine şahsen şahit olmadım sadece parmaklarının arasına bakar derin bir of çeker ve ağlardı ,delilik bu ise sanırım bizler zır deliyiz çünkü ara sıra sebebsiz ağlayışlarımız çok olmuştur.Veli Yusuf amcamıza bu satırların arasından gani gani rahmet diliyorum, iyiki onlar gibi velilerimiz var,Allah hasankaleyi velisizde delisiz de evliyasızda bırakmasın.Ümit TOPAL

Hasankale’nin eşrafından eski belediye başkanı İhsan Toraman, Mehmet Taçbaşı, Zeki Dadaş ve nice ismini sayamadığım muazzam şahsiyetler vardı. Bizde o zamanlar daha çocuktuk. Ancak bu kadarını hatırlıyorum.

Şehire, Erzuruma giderdik. Durağımız Mahallebaşıydı. Muazzam esnafları vardı. Otelci Hanifi, bakkal Hacı Reşit, plakçı Nuri Barakalı, Alafdar Avni, Kabadayı Darto Selahattin vardı. Sucu Mehmet, Dersim Ahmet, Kartol Recai.
 
Erzurum küçük bir şehirdi, ama insanları çok sıcaktı. Dürüst insanı vardı. Yalan dolan asla yoktu. Tam bir adalet sembolü şehirdi. Gezmeye çıktığımızda, Mahallebaşı’ndan başlardık. Kilise kapısı, Gürcü kapı, Mumcudan yukarı, Erzincan kapı, Cumhuriyet caddesi, Tebriz kapı, Taş mağazalar ve Gülahmet’ten yukarı tekrar Mahallebaşı’nda gezintimiz biterdi.

Yazları, Lalapaşa çay bahçesinde, orduevi çay bahçesinde, köşk çay bahçesinde ve şehrin muhtelif yerlerinde, Erzurum Radyosu sanatçıları konserler verirlerdi. Bir yaz akşamı Raci Alkır Lalapaşa çay bahçesinde program yapıyor. Bahçenin ortasında bir havuz var. Gözlerini yummuş, şarkı söylerken, aniden havuza düşüyor. Tutup sudan çıkarıyorlar. O zaman diyor ki ’’Sevgili hemşerilerim, Bülbülde ağaca çıkıyor, çok ötüyor, kendinden geçiyor ve ağaçtan aşağı düşüyor. Aynı ben’’ Raci bu alta kalır mı?

Güz olunca şehir bir başka olurdu. Herkes köyler, doğudaki diğer şehirler, alış verişlerini hep Erzurum’dan yaparlardı. Mükemmel düğünlerimiz olurdu. 

Ramazan ayının bir başka güzelliği vardı. Olan olmayana yardım ederdi. Her köşe başında biri kadayıf dökerdi. Yani kadayıf sız iftar sofrası olmazdı. Gündüzleri her evde Hatm-i şerifler okunurdu. Akşam saatinde sofralarda başta ayran aşı, kadayıf dolması ve cennet çeşmesi suyuyla iftar açılırdı. Akpınar, Dabakhane, Şabahane, Yazıcı ve ismini sayamadığım yüzlerce çeşmenin suları. Her birinin tadı başka başkaydı. 

Teravih namazına herkes camiye koşardı. Hocalar namazdan önce vaazlar verirdi. Adam gibi hocalar vardı. Namazlar kılındıktan sonra herkes kahvelere koşardı. Kahvelerde hikâyeler anlatılırdı. Nalbant İsak, Mahalle başında Hanif’inin kahvesinde sahura kadar hikâye anlatırdı. Behçet emmi Erzincan kapıda Orhan’ın kahvesinde hikâye anlatırdı. Kongre caddesinde Âşıklar kahvesi vardı. Gider onları dinlerdik. Yaşar Reyhani, Mevlüt İhsani, Ali Rahmani, Nüsret Sümmanioğlu, Gülhani ve daha nice ismini sayamadığım âşıklar vardı. Onların şimdi hemen hepsi yok oldular.

O zaman halk arasında mükemmel bir dayanışma vardı. Herkes birbirini sever ve sayardı. Mertti, dürüsttü, adaletliydi. Gerçek Dadaşlar onlardı ve maneviyatları çok güçlüydü.
 
Ben 20 yaşına kadar bu memlekette o terbiye ile o kültürle büyüdüm. 1969 yılında İstanbul’a gittim. Sesimin güzel olduğunu söylerlerdi. Bende müzik hocalarına gittim. Kısa zamanda kendimi çok geliştirdim. Artık 45lik plaklar, radyolar, kasetler ve sahneler. Artık hepsinin içindeydim.

1979da bir müzik grubuyla Hollanda’ya gittim. Tam 8 sene kaldım, 8 tane de devlet gezdim. Gâvurun kahrını çekmek çok zor tabii.  Artık Türkiye’ye dönme zamanım geldi dedim. Nihayet 1987 yılında kesin dönüş yaptım.

Şunu söylemezsem olmaz. Gittiğim her yerde rağbet gördüm. Dadaşın şerefi sayesinde. Öyle bir şeref ki dünyada hiçbir millete nasip olmayan bir unvan. Bu şerefi kim bırakmışsa Allah onlardan razı olsun.
Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.
  • Süheyla baş 01 Ocak 1970 02:00

    Sevgili abim tümünü okudum çok duygulandim eskilere gittim gözlerim doldu ne güzel günlermiş