Vefa ne güzeldir, insana da ne çok yakışır...

               Soran olmaz bizi yardan ağyardan,
               Ne çare namımız çoktan yitmiştir. 
              Yol üstü çeşmeler bakar kenardan,

              Bizi bilen sular akıp gitmiştir.
              Mermerde nakışlar böyle değildi.

                             Orhan Şaik Gökyay

                             (“Sitem” adlı şiirinden…)

 

Nerden çıktı böyle bir yazı ya da böyle bir hatırlatmayla başlayan yazı… Vefasızlıktan yana şikayetçi miyim diye sormayacağım kendi kendime; zira çoğumuzun ortak derdi bu… Toplumun bozulmasından; dostluk, arkadaşlık, sadakat duygularının zayıflayıp, azalmasından yakındığımızda, “Yoksa Vefa, İstanbul’da sadece bir semt-i meşhurda mı kaldı?” diye söylenmeyenimiz yok gibi… İstanbul’da koca bir semte adını veren ve “vefanın babası” olarak anılan bu büyük insanın hayatına göz atınca, böyle bir nitelemeyi ne kadar hak ettiğini daha iyi anlıyorsunuz. Bu arada; koca bir devletin kuruluşuna fikirleri ve öğütleriyle yön veren Şeyh Edebali’nin de,  bir Vefaiyye şeyhi olduğunu öğreniyoruz yaşayan en büyük Osmanlı tarihçisi Prof. Dr. Halil İnalcık’ın anlattıklarından… (Haşim Söylemez, Aksiyon Dergisi Sayı: 449, 14-07-2003)

            Zaman bizleri ördüğü elekten geçirirken, insanî vasıflarını muhafaza edipte; yaşadıklarını, gördüklerini hatırlayan ve onları iyi, güzel, doğru cümlelerle yâdedip,  yeri geldiğinde de, bir yere kaydeden çok az insan var. Bu kişiler; geçmişin bahtiyar günlerinde; sokaklarında dolaştıkları, ekmeğinden yiyip, suyundan içtikleri şehirleri; dostlarıyla paylaştıkları bazen acı, bazen tatlı, bazen kahkahalarla dolu ve bazen de hüzün bulutlarıyla ıslanan hatıraları, vefalarının birer nişanesi olarak sunarlar okuyanlara… Okuyupta; yürekleri bundan hisse alıp, göğüsleri genişleyenlere… Vefanın ne güzel, ne eşsiz bir duygu ve düşünce olduğu gerçeğini bir kere daha duyumsayıp, buna yürekten inananlara… Hele de; vefasızlık üzerine söylenmiş sözlerin bile giderek hafızalardan silinip, lügatlerden kazınmaya doğru gittiği bu incitici, aldatıcı, bizi kendimizden ve birbirimizden uzaklaştırıcı, hoyrat ellerde oyuncak edici olan günümüzde…

            Değerli yazar Nazım Payam yönetiminde Elazığ’da çıkan “Bizim Külliye” dergisinin 44.sayısı (Haziran-Temmuz-Ağustos 2010), yine büyük bir vefa örneği gösterilerek, şiirimizin gür seslerinden Yavuz Bülent Bakiler’e ayrılmış. Ta çocukluğumuzda; şiirleriyle ve büyük vatan sevgisiyle tanıdığımız şaire ayrılan dergi elime ulaştığında sayfaları arasında adeta kaybolurken, yıllardır yaşadığım ve birçok yazıma konu ettiğim, karlı dağlarına, geçmişinde ve bugününde barındıklarına olan inancım ve sevdam yüzünden, ömrümün Ankara’da geçen iki yılı hariç, bir türlü ayrılamadığım şehre dair yazılmış, yüreğimi şenlendirip, bir dosta kavuşmuş gibi sevindiren cümleleri gördüğümde, vefanın ne kadar önemli olduğuna bir kere daha hükmettim. O ki; “Kıyamet günü Allah, öncekileri ve sonrakileri birleştirip topladığı zaman her vefasız için, onu tanıtan bir bayrak dikilir ve;

            “ Bu, falan oğlu falanın vefasızlığıdır.” hadis-i şerifin de geçtiği ve beni müthiş bir şekilde etkilediği için; defterime kaydettiğim gibidir. Bunu okuyupta, etkilenmemek mümkün mü?

            Aslında unutmakla malul olmak bizi öylesine kendisine bende kıldı ki; vefayla ilgili birçok şeyi hatırlamaz olduk. Oysa biz; bırakın insana; hayvana bile vefa gösteren, ihtiyarladıklarında barınacakları yerler yapan ve sahiplerine gösterdikleri vefayı hikâyeleştirip anlatan bir millettik… Bize ne oldu diye sormak artık bazılarımızın canını çok acıttığı-bazılarının ise canını sıktığı-içindir ki; bu soruyu bir daha sormak insanı ziyadesiyle üzüyor.

            Ancak her şeye, olana bitene, gelene geçene, mevkisine, makamına, parasına mağrur olanlara rağmen, yine de vefanın o diriltici, umut verici yönünden haber verici insanlara ve onların cümlelerine bir yerlerde rastlamak mümkün… İşte bunlardan birisi de; şair Hasan Akçay… Bizim Külliye dergisinin 44.sayısında Yavuz Bülent Bakiler’i anlattığı ”Palandöken Dağı Şiir Açarken” başlıklı yazısına; üniversite hayatını geçirdiği Erzurum’u meth-ü senâ eden, yürek marifetiyle yazılan çok güzel cümlelerle başlamış. Başında çoğunlukla şiir rüzgârlarının dolaştığı gençlik zamanlarının Erzurum’unda yapılan “Palandöken Şiir Günleri” adlı etkinliğe katılan Türk şiirinin önemli isimleri; Yavuz Bülent Bakiler, Bekir Sıtkı Erdoğan, Turan Oflazoğlu, Mehmet Çınarlı, Zeki Ömer Defne ve Yahya Akengin”e dair hatıralarını anlatan şair; yazısına bakın nasıl giriş yapmış:

            Erzurum… Ömrümün en güzel mevsiminin kar kokulu şehri. Yılın üçte ikilik zamanını, bembeyaz gülüşüyle dağlardan, sokaklarına kadar, hatta içinde yaşayanların iliklerine kadar dolduran şehir. O gülüş ki, termometrelerin eksi kırkları gösterdiği zamanlarda bile insanın yüreğini, benliğini ilkyazlara çevirecek kadar sıcaktır. Tertemizdir. Bembeyazdır. Zemheri akşamlarının sabahında kardelenler başını güneşe uzatacak duygusu kadar bahardır. Çoğu sabahların kırağısı saçlarımızı beyazlaştırdı, kimi zaman cam gibi buzlar üzerinde ayaklarımız kayıp yerlere kapaklandık, fakat biz o şehirde hiçbir zaman üşümedik.            Yüzümüzü kamçılayan tipilerin erişemediği gönül kalemizin burçlarında aşk güneşi vardı çünkü. Biz her zaman o güneşle ısındık, ışıdık… O aşk ki, bütün kapılarını güzelliklere açıyordu. Mevsim hep kış olsa da gönül uçlarımızda her daim bahar çiçeklerinin tomurcuklanışı vardı.” (Bizim Külliye Dergisi, Sayı-44,Yıl 11-2010)

            Gerçi; meraklıları internette rastlamış mıdır bilmiyorum; ama şair bu şehri ne kadar sevdiğini zaten yıllar önce mısralarla da dile getirmekten geri kalmamış. Bir şehre şiirle kayıt düşmenin ne kadar anlatılmaz ve kaybolmaz bir şey olduğunu bilmem takdir eder misiniz? Adına türküler yakılıp, şiirler söylenen yüce dağ Palandöken’i konu edinen bu şiirin şairi; bize çok uzak bir coğrafyanın çocuğu değil ve yazları da; şimdi çalıştığı Harran Üniversitesinden memleketi olan Trabzon’a giderken, mutlaka yolunu bu şehre düşürüyor ve böylelikle hasret gideriyor.

             Kardelenler Baharı” adlı şiirinde; “İlkyazı bir muştuyla haber veren onlarmış / Kardelenler baharı göremeden ölürmüş  / (...) / Ardından nerde diye ne bir soran olurmuş / Kardelenler meçhulde bir gönle gömülürmüş.” diyen Akçay; lise yıllarında yazmaya başladığı şiirlerini; Akademik Bakış, Avaz, Bizim Külliye, Dolunay, Erguvan, Güneysu, Gülpınar, İlkyaz, Karadeniz-Sanat, Karçiçeği, Köprü, Kültür Dünyası, Mina, Seyir, Türk Edebiyatı, Uzunsokak gibi dergilerde yayınlamış. Şiirlerini “Eylül Yorgunu” ve “Gül Şafaklı Bir Özlem” isimli iki kitapta toplayan, şiir, öykü ve makale dallarında ülke genelindeki birçok yarışmada ödül alan Hasan Akçay’a, dünyamıza bir vefa çağrısı olarak yorumladığım yazısından ötürü teşekkür ederken; “Palandöken” diyerek seslendiği mısralarla baş başa bırakıyorum sizleri:
Senden beter yanık içim ezelden,
Yaz ortası karlar yağmış özüme,
Ayıramam ne bir dosttan güzelden
Palandöken bakıp durma yüzüme.

Burda gece başka, yıldızlar başka
Yıllardır yabanım sevgiye, aşka
İşim ne, yanına gelmesem keşke,
Palandöken bakıp durma yüzüme.

En güzel şarkılar dilimde susmuş
Düz yollar önümde oluyor yokuş
Göğsümde ne çiçek, ne öten bir kuş
Palandöken bakıp durma yüzüme.

Gün batımı ufukların bir hızı,
Dökülür içime şehrin enkazı,
Olsan da süslenmiş bir dadaş kızı
Palandöken bakıp durma yüzüme.

Geldiğim yerlerde hâlâ bahar var,
Her gece sulardan dolunay doğar,
Seninse başında duvağındır kar
Palandöken bakıp durma yüzüme.

Üşüdüm, yalnızım, üstelik gece,
Odama anılar doldu sessizce,
Bir sızı kapladı ince mi ince,
Palandöken bakıp durma yüzüme.

Ağlattın sonunda haydi gül şimdi,
Seni kamçılayan tipi de dindi
Bu suskunluk sana gökten mi indi?
Palandöken bakıp durma yüzüme.

(Hasan Akçay, Karçiçeği, sayı.9, 12 Mart 1993)

 


20.06.2010 19:42:00