İstasyon nostaljisi!...-1-

Bağımsızlık ilanından sonra ülkeyi demir ağlarla örmeyi hedefleyen genç Türkiye Cumhuriyeti’nin, 1939’da kara treni Erzurum’la buluşturmasıyla birlikte, dadaşların da trenle olan maceraları başlamıştı.

Bir zamanların en gözde ulaşım aracı olan tren, ilerleyen zamanlarda tahtını otobüs, uçak gibi daha hızlı ulaşım araçlarına bırakmış olsa da yolculuklarla ilgili en fazla hatıranın anlatıldığı yegâne vasıta olma özelliğini asla kimselere kaptırmamıştır.

Erzurum’dan Aakara’ya yolcu taşıyan Erzurum Ekspresi’nin seferden kaldırılması haberi şehrin gündemine düşerken, trenle duygusal bağlantısı olan bir neslinde geçmişle ilgili hatıraları hafızalarda canlanmış oldu.

Trene ilginin yoğun olduğu dönemlerde trenle ilgili türküler söylenir, yerli filmlerin çoğu sahnesi de trensiz olmazdı.

Sabah ajansından önce, radyodan Muazzez Turing’in söylediği “Ak tren kara tren” “Kara tren gelmez m’ola, düdüğünü çalmaz m’ola” türküleriyle uyanır, sanatçının “Mektebin bacaları” türküsüyle bizlerde okulumuzun yolunu tutardık.

Abdullah Yüce’nin okuduğu “Uzayıp giden o tren yolları” isimli parçanın fon müziği olduğu siyah beyazlı yerli filmlerde, esas oğlanın elindeki tahta bavulu ve kırık sazı ile üçüncü mevkiye binip İstanbul’a gitmesi, Haydar Paşa İstasyonu’nda inip şaşkın bakışlarla etrafı süzmesi, en fazla ilgi gören sahnelerdi.

Tren; hayatın önemli bir parçasıydı, umuda yolculuklar trenle başlar, sevgiliden, evden kopuşlar ve kavuşmalar hep tren marifetiyle olurdu.

Dertleri, hayalleri, ümitleri, hasretleri, sevdaları, haberleri demir raylar üzerinde taşıyan emektar kara tren, özlemle yolları gözlenen vefalı bir dost gibiydi.

Kars’tan gelip İstanbul’a giden ve kömürle çalışan Doğu Ekspresi, dört mevki halinde yolcularını ağırlardı.

Oturma yerleri sekiz kişilik ve tahtadan olan üçüncü mevki en ucuz tarifeden yolcularını taşırdı, fakir fukara üçüncü mevkiinin değişmez müşterileriydi.

İkinci mevki kuşetli ve kuşetlisiz olarak iki kısımdan oluşurdu, altı kişilik bu mevkinin oturma yerleri muşambadan olup, kuşetlisinde oturma yerleri yatağa dönüştürülebilirdi.

Birinci mevkii ise muşambadan yapılmış ve yatak haline dönüşebilen dört kişilik oturma yerleriyle diğerlerinden ayrılırdı.

En sonda ise zenginlerin ve statü sahiplerinin seyahat ettiği yataklı vagon bulunur, yemek vagonu ise yataklı ile kuşetli arasında yer alırdı.

Üçüncü mevkide yolculuk edeceklerin eşyaları; tahta bavullar, battaniyeye sarılmış yatak yorganlar, sepetler vs.den oluşurdu.

Trenin arkalarına doğru eşyaların azlığı ve bavulların kalitesi de göze çarpardı.

Trendeki bu farklı uygulamalar fıkralara bile konu olmuştu, anlatıldığına göre geçmiş zamanda Erzurum Erzincan arasında bir tren arızadan dolayı yolda kalır, bir müddet sonra yetkililer olay yerine gelip yolcuları nakil etmeye başlarlar, ilk önce yataklı vagonlardaki yolcuları alıp götürürler, daha sonra birinci ve ikinci mevki yolcularını naklederler, üçüncü mevkide olanlar sıranın kendilerine geleceğini düşünürlerken, yetkililerin uzun zaman geçmesine rağmen kendilerine bir teklif getirmediklerini görürler ve kendi başlarının çaresine bakmaları gerektiğini anlarlar, yüklerini, tahta bavullarını alıp yola koyulurlarken, “Siz nereye gidiyorsunuz?” denilerek, yetkililer tarafından önleri kesilir, yolcular; “Kimse bizle ilgilenmedi, bizde başımızın çaresine bakıyoruz.” dediklerinde, yetkililer; “Çabuk binin trene, siz giderseniz bu treni kim itekleyecek?” derler.

Sosyal hayatımızdaki bazı gerçekleri yansıtması açısından, anlatılan bu fıkra oldukça manidar ve düşündürücüdür.

O günlerde Erzurum’un en kalabalık ve hareketli mekânlarının başında şüphesiz istasyon gelmekteydi.

Yine o yıllarda müthiş bir İstanbul hayranlığı vardı; bir kişi İstanbul’u görmemişse, trene binmemişse, kendini noksan sayardı.

Bu sevdadan dolayı bazı çocukların aklında hep İstanbul’a kaçma fikri yatardı, bu fikri eyleme döken çocuklar fazla ileri gitmeden yakalanır, ailelerine teslim edilirlerdi, bu suretle çocukların İstanbul maceraları da bir başka bahara kalırdı.

Saatler önce faytonlarla yolcular istasyona taşınır, gar binasının içi ve etrafı sanki bir mesire yerine dönerdi.

Trenin saatinde kalktığı hiç vaki olmadığından, insanlar buralarda hoşça vakit geçirirlerdi.

Hele mevsim yaz ise keyiflere diyecek yoktu, getirilen pişmiş yumurtalar, yeşil soğan, lavaş ekmeği, helva, civil peynir, karpuz, üzüm gibi kumanyalar istasyonun bahçesinde afiyetle yenir, birbirlerini uzun zamandan beri görmeyen konu komşu istasyonun bu sıcak atmosferinde bir araya gelme fırsatını yakalayıp, trenin gelme veya kalkma saatine kadar güzel vakit geçirirlerdi.

İstasyonun sağ tarafındaki bahçede bu muhabbetler olurken, çeşmenin arkasındaki masa ve sandalyelerin olduğu bahçede hali vakti iyi olanlar oturur, çay ve kahvelerini yudumlarlardı.

Eski Diyanet İşleri başkanı M. Nuri Yılmaz hoca da bu bahçenin müdavimleri arasındaydı.

Akrebin nokta nokta ruhunu soktuğu, düşünce deryasının dev dalgalarıyla boğuşan felsefeci, yazar rahmetli Ali Karaavcı’nın kış gecelerindeki değişmez mekânı da yine gar binasıydı.

Erzurumspor’un emektar amigosu Baraka Yusuf da istasyonu mekân yapanlar arasındaydı.

Renkli gramofon kâğıtlarıyla ve balonlarla süslenmiş İstasyon Düğün Salonu da dünya evine girecek çiftlerin tercih ettikleri hoş bir düğün salonuydu.

Düğün salonundan gelen granata (klarnet), zilli def sesleri, gar binasının taş duvarlarından yankılanır, gar da bekleyen yolculara neşe katardı.

İçki servisin yapıldığı, özel kıyafetli garsonların hizmet ettiği Gar Restaurantla Demirspor Lokali, istasyonun çok özel mekânlarıydı.

O günün şartlarında oldukça üne sahip olan TCDD, spor alanında da göz doldururdu.

Erzurum amatör futbol takımlarının 3 Temmuz Stadyumu’nun toprak zemininde yaptıkları maçlardaki heyecan, bu günkü derby maçlarında bile olmazdı.

Palandökenspor, Aziziyespor, Doğuspor, Dağcılıkspor, 12 Martspor, 3 Temmuzspor (İbospor), Karagücü, Kombinaspor, DSİ spor (Suspor), Yolspor ve Demirspor, Erzurum amatör futbol ligini oluşturan takımlardı.

Demirsporlu futbolcular içerisinde Solak Zühtü (Akbaba), “Gül Ahmet canavarı”  Durak, Mıdır Nevzat, Şeref Uludağ, Kıno Yılmaz, Sibop Sabahattin, Algurların Ahmet, Yüzbaşı, Kıllı Erkan, Dekor Ahmet, Kadir Yücel, Canip Kuzu, Kumbara Edip ve özel bir lakabı olan kaleci Hikmet ilk akla gelenlerdir.

Yine akla gelenler arasında 3 Temmuz Stadyumu’nda yaşanmış bir olay vardır ki futbol tarihine bile geçmiştir.

Dağcılıkspor ile Demirspor arasında bir maç oynanmaktadır, Demirspor eksik kadro çıktığı maçta 2 – 0 mağluptur, İmam Hatip’te okuyan “Gâvur İmam” lakaplı Durali de kucağındaki ağızlı topla seyirciler arasındadır, maçın oynandığı top bir ara Şellaleevler’in arkasındaki boş arsaya kaçar, “Fırsat bu fırsattır” diyen Demirsporlu Yüzbaşı topun peşine gider, vaziyeti kurtarmak için topun sübapını bozar, statta Durali’nin ağzı açık topundan başka top olmadığından hakem maçı bu topla oynatır.

Maçta yaşanan bu ilginç olay Ankara’da duyulur ve Futbol Federasyonu Durali’nin topunu hatıra diye ister, topunun peşine düşen Durali’ye de Demirspor kulübünden sübaplı bir top verilir, bu enteresan durum hafızalarda kalan güzel bir hatıra olarak hâlâ söylenmektedir.

Bu arada, Demirspor’un en fanatik taraftarı olan ve maçlarda Demirspor için tabir yerindeyse amigoluk yapan Oruç Akbaba’yı da unutmamak gerek. (Devam edecek…)

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.