Rektöre nasıl suçüstü yaptım!

Sizler nasıl anlıyorsunuz, bilemiyorum! Koca koca oğlanların, evlilik vakti çoktan geçen kızların 'amca' demelerinden çok, tanıdıklarımın 'rahmetli babaları''tanıyor olmalarımdan' dolayı artık ben yaşlandığımı anlıyorum!


***


Mesele ne zaman bir Jale Alcan'ı, Atlıhan Atilla'yı, Öner Biricik'i, Murat Kılıç'ı, Sayıl Narmanlıoğlu'nu, Yılmaz Kuşkay'ı görsem, onlar hemen bir Gültekin Özerzurumlu'yu, Nusret Atilla'yı, Kadir Biricik'i, Servet Kılıç'ı, Süreyya Narmanlıoğlu'nu, Ali Sırrı Kuşkay'ı hatırlatırlar bana!


***


İşte bugün hepsi 'rahmetli' olan bu ağabeylerim ile tanışmışlığım, bana yaşlandığımı anlatıyor oğlu anlatıyor! Uzaklara gitmeye gerek yok! Hele de Atlıhan Atilla, Sayıl Narmanlıoğlu ve Yılmaz Kuşkay gibi bu rahmetli olmuş ağabeylerimin oğullarının bazılarının benden büyük olması, yaşlandığımı anlatmaya yetiyor da, artıyor bile!..


***


Vallahi de olsun, billahi de olsun. Ne yalan söyleyeyim. Hatta ben bazen  'yaşlanmışlığımla' keyif aldığım da oluyor. Hatta çoğu zaman 'doğduğum tarihle barışık' yaşıyor, her yeni bir yılla dalgamı geçiyor, 'geyik'ler yapıyorum! Hatta her yeni yılı rencide bile edebiliyorum artıkın! 'Filan tarihte filan gün, senden çok daha iyiydi!'' diyerek 'kakara kikiri' yaparaktan!.. Şaşırtıcı gelebilir, bazen yaşlandığımla gurur da duyabiliyorum! Çünkü artık geriye kalan ömrümde kullanacağım 'yaşanmışlık' gibi bir 'sermaye'm var ve ben bu sermayeyi kimselere yar etmeyi düşünmüyorum! Yar etmem, edenlerden de olmam!


***


Yaşanmışlık aslında adama güzel de oturuyor. Ama her adama değil elbette! 'Yaşanmışlığın kıymetini bilen' adama! Hele de 'a kalite' yaşanmışlık sadece yazıda değil, şiirde de çok güzel duruyor canım. Can Dündar, benim 'ruh ikizlerim'dendir. Yüreğini de kalemini de çok severim.. En son 'Uzaklarda' kitabını okudum, bayılmıştım! Bakın o Can Dündar, 'yaşanmışlığa dair' bir şiirinde ne diyor: Arza hacet yok halim sana ayandır... Dile gerek yok, sessizliğim sana beyandır.. Söze lüzum yok, susuşum sana kelamdır.. Kelama ihtiyaç yok, aşk sana figandır!


***


Alın size para ile bugünün gençlerinin satın alamayacağı bir anı. Sanıyorum yıl 1987 filandı. Bugün Palandöken dağının en tepesinde bulunan Dedeman Oteli henüz 'Özel İdare'ye ait bir misafirhaneydi. Öyle böyle değil. Yemekli, yataklı misafirhane! Bugünün  'omuzu kalabalık' 5 yıldızlı otellerinin aynısı gibi bir şey! O zaman, bazı toplantıların orada yapılmasının 'lüks' sayıldığı zamanlar.. İşte orada o lüksü yaşayan şehrin ileri gelenleri bir toplantı yapmışlardı ve ben de Tercüman Gazetesi'nin 'tıfıl' bir muhabiri olarak oradaydım! Konu neydi, hatırlamıyorum ama, 'zar-zor tırmanarak' gittiğim o toplantıda olduğunu duyduğum o dönemin rektörü Prof.Dr.Hurşit Ertuğrul'u utandırdığımı, yüzünü 'kızım kızım' kızarttığımı, utancından 'gözlerini yüzlerden kaçırttığımı' çok ama çok net hatırlıyorum!


***


O zamanlar 'tek tabanca' Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi büyük bir yoğunluk yaşıyordu. Özellikle hastane telefonları bağlanamıyor, vatandaş bir hayli rahatsızdı.  Cep telefonları kimde ne arıyor! Düşünün. O sıra Fuat Kulaçoğlu'nda bile 'cep-mep' yok! Kim hastasıyla görüşmek istiyorsa Üniversite santralini arıyor ve o santral marifetiyle hastaneye bağlanabiliyordu! Vali de dahil, herkes öyleydi. Üniversite'nin o zamanlardaki santral numarası, benim evin numarası gibi bugün dahi aklımdadır. 141 20 olan bu telefon numarasını kim arasa meşgul çıkıyordu ve Üniverste santrali resmen Erzurumlulara 'eza' çektiriyordu! Peki ben ne yaptım da koca rektör utandı, suçüstü yakalandı? Anlatıyorum. Şöyle oldu:


***


Rektör Hurşit Ertuğrul, Vali Recep Birsin Özen ile birlikte 'basına kapalı' bu toplantıdan çıktığında ben onları 'sinsi sinsi' resepsiyonda bekliyordum. Amacım, rektör beye, Üniversite'nin bu santral sorununu iletmekti. Bu şikayeti, Vali beyin yanında da iletmek, nedense bende ayrı bir 'kıs kıs keyfiyet' yaşatmıştı! Resepsiyona yaklaştıklarında ben hemen rektör beyin önüne atıldım ve 'Efendim, santral ile ilgili çok şikayet alıyoruz. Genelde arayanlar ulaşamıyor, telefonlar hep meşgulmuş!' dedim. Bunun üzerine rektör bey de ''Yok öyle bir şey. Bunları kafanızdan uyduruyorsunuz. Öyle bir şikayet olsa bize gelirdi' falan diyerek, beni 'bir güzel' bozdu! Ben beklemediğim bu tepki karşısında 'bozumevi' olurken, bir anda gözüm resepsiyondaki telefona takıldı! Hele onu hiç unutmam! Vişne renkli, kablolu bir telefon! ''Hocam, eğer bana inanmıyorsanız işte telefon! Siz arayın bakalım meşgul mu, değil mi?'' diye 'hain'ane' bir 'sinsi teklif'e imzamı çakıyordum!!!


***


Yanında Vali olduğu için bu önerime 'itiraz edecek durumda' değildi Hurşit hoca. Hele kaçacak hali hiç yoktu elbette! Hemen telefonu eline aldı. 'Olay numara'yı çeviren hoca, karşı taraftan meşgul çalındığını görünce ahizeyi yerine koydu.. Bir dakikalık aradan sonra yeniden o numarayı aradı ve yine telefon meşguldu! Vali dahil hepimiz, merakla olacakları bekliyoruz! Koskoca rektör, şikayet konusuna bu şekilde müdahil ve daha sonra oradan ayrılacak, o işe bizzat bakıyor olacaktı! Çok geçmeden santrale yeni ilave santraller eklenmişti de Erzurum o 'sorun'dan kurtulmuştu! Rektöre bir nevi 'suçüstü' yapan 'bu fakir' de, o sorunun çözümünde 'çam sakızı, çoban armağanı' yardımcı oldu diye, mutlu oldu, pek bir sevindi!


***


Şimdi gel de yaşlandığına üzül! Bilmiyorum, bana 'pek bir güzel' gelen bu hikayeyi yaşlanmasaydım nasıl yaşayacaktım ki? O yüzden yaşlanmaktan korkanlar! Gelin bir de bardağın bu tarafından bakın derim! Hiç kötü bir yönü de yokmuş aslında yaşlanmanın! Yaşlılık konusunda ne diyorsunuz bilmiyorum ama yaşasın 'dolu dolu yaşanmışlık'lar!

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.
  • ersavaş ay 01 Ocak 1970 02:00

    vedat abi bu şehir seninle gurur duyuyor saygılar