Yakın tarihe kısa bir yolculuk…

Demokrasi; nasıl ki kendi keyfin için bir başkasının huzurunu kaçırmak değilse, demokrasi aynı zamanda, meşru zeminde kalmak kaydıyla, müesses sistemi de protesto etmek ve yüksek sesle itirazda bulunmaktır.

Bu noktadan bakınca, Türkiye çerçevenin neresinde duruyor diye sorulacak olursa, ne yazık ki karnemiz artılarla dolu değil.

Misal; birkaç gün önce televizyonda gördüğüm bir enstantane, hem demokrasimizin yarınları, hem de toplum olarak en fazla ihtiyaç duyduğumuz hoşgörü iklimi adına, umudumu ciddi biçimde örseledi.

Başbakan Erdoğan, bir yanda belki siyasi geleceğini risk etme pahasına, bölücü örgüte zeytin dalı uzatırken, diğer yanda da zaman zaman hiç de bu tabloya yakışmayan bir üsluba bürünüyor.

Gaziantep’te ataması yapılmamış bir öğretmen adayı, Başbakan’a hitaben topluluğun içinde yüksek sesle soruyor:

“Atamamız ne zaman yapılacak?”

Başbakan Erdoğan’ın cevabı, öğretmen adayını tatmin etmemiş olacak ki, konuşmayı sürdürüyor:

“Artık oy’um sizin değil”

Tarihe geçecek bir karar ve güçlü bir iradeyle, daha önce pek çok liderin ağzına almaya bile cesaret edemediği, “barış süreci”nin mimarı olan bir Başbakan’ın; o genç öğretmenin “oy silahı”na karşı vereceği cevap şu olmalıydı:

“Kıymetli hocam canın sağolsun senin”

Erdoğan, tam tersini yaptı. Öfkelendi ve öfkesini sözlere döktü.

Öğretmen adayını adam akıllı payladıktan sonra, “senin oy’una ihtiyacım yok” dedi.

Başbakan, o genç adama posta koyarken acaba en son seçimde yüzde 48 oy aldığını ve yakın zamanda yapılan anketlerde de partisinin oy oranının yüzde 54 seviyesine çıktığını göz önüne getirdi mi getirmedi mi bilmiyorum. Ancak bihakkın demokrasi, yüzde 54’e rağmen, bir oy’unu çok anlamlı bulan o öğretmen adayına hoşgörülü davranmayı emreder.

Aslında öfke belegatı yalnızca Tayyip Bey’e mahsus bir hal değil. Şöyle baksanıza etrafınıza bi, herkes birbirine bağırıp çağırmıyor mu?

İtiraz eden de kavgacı, itiraza muhatap olan da…

Siyaset müessesesi zaten kavga histerisi nöbetleri geçiriyor. En makul bir mesele dahi, konuşmak yerine yumrukla müzakere ediliyor!

Sanki yeniden 70’li yıllara dönüyoruz gibi…

Siyahla beyaz arasına sıkıştırmak istiyorlar.

“Bizden değilsen, onlardansın”

Bendeniz o tarihlerde henüz çocuk sayılırım ama büyüklerimizden o kadar çok dinledik ki, adeta o yılları an be an yaşamış gibi olduk.

70’li yıllarda bu ülkede en fazla beş on üniversite varken, günümüz Türkiye’sinde 200 dolayında üniversite var.

Tasvip ettiğimden söylemiyorum ama 70’li yılların başında bir üniversitenin rektörünün koltuğu protesto maksadıyla yakılırken, günümüzde üniversitede slogan atan öğrenciler hapishaneye atılıyor.

Peki aradan geçen kırk küsur yılda, demokrasi ve hoşgörü adına geldiğimiz nokta burası mı olmalıydı?

Biz ve bizden önceki kuşaklar tabii ki hatırlıyordur. Ancak  gençler için 70’li yıllarında başında, koltuğu yakılan rektör hikayesini bi anlatalım.

Yer, Erzurum Atatürk Üniversitesi. Koltuğu yakılan rektör ise, Prof.Dr. Kemal Bıyıkoğlu…

Atatürk Üniversitesi o yıllarda, bugün olduğu gibi, ne ülkücülerin ne de cemaatlerin siyasi üssü değil. Bilakis tıpkı İstanbul ve Ankara’daki manzara, Atatürk Üniversitesi’ne de hakim:

Sol’un kalesi…

En önde giden örgütlerin başında, Sosyal Demokrasi Dernekleri Federasyonu, Fikir Kulüpleri Federasyonu, Doğu Devrimci Kültür Dernekleri Federasyonu (bugünkü PKK’nın ilk adımlarından biri) ve Dev Gençlik…

O tarihlerde milliyetçi örgütlenme henüz filiz verdiğinden, üniversitelerde adlarını daha duyuramamışlar. Varsa yoksa Prof.Dr. Celalettin Atamanalp’in başını çektiği Komünizmle Mücadele Derneği’nin, sol cenahtaki güce oranla cılız kalan faaliyetleri dikkat çekiyor.

Atatürk Üniversitesi, devrimci güçlerin karargahı olmakla birlikte, psikolojik üstünlük de tamamen solcuların elinde.

Bugünkü anlamda sağcı diyebileceğimiz kesim ise, belki azınlıkta olmaları hasebiyle, korkak ve sinmiş bir halde…

Marksist Kürtçü Hareket, gemi öyle bir azıya almış ki, ortada geçerli bir bahane olmamasına karşın, bir gün önce Havuzbaşı’nda Atatürk Anıtı’nın önünde toplanıyor, ideolojileri doğrultusunda çeşitli sloganlar atıp, bildiri okuduktan sonra, topluca üniversiteye yürüyorlar.

Elebaşları da Rızkari, Alarızkari ve Kava örgütlerine mensup azılı militanlardan oluşuyor.

Rektör Kemal Bıyıkoğlu, diyaloga kapalı, despot bir yönetici olmamasına karşın, protestocular konuşmayı değil, yakıp yıkmayı tercih ediyorlar.

Hoca’nın makam odasını basıp, her tarafı tahrip ettikten sonra, eylemlerini taçlandırmak(!) amacıyla rektörün koltuğunu dışarı çıkarıp ateşe veriyorlar.

Başta polis olmak üzere, herkes bu “başkaldırı”yı adeta tribünlerden izlerken, aralarında Prof.Dr. Lütfü Ülkümen ( lütfü Hoca, üniversitedeki ilk camiinin yapılmasında öncülük eden kimsedir) gibi akademisyenlerin olduğu az sayıdaki kişi müthiş derecede rahatsız oluyor.

Fakat bu koltuk yakma eylemi asıl şehir halkında büyük bir infiale yol açıyor.

Birileri mi örgütledi, yoksa halk olup bitenlere artık “dur” deme zamanının geldiğini mi düşündü bilinmez, binlerce Erzurumlu sokağa çıkıp, soluğu doğruca üniversitede alıyor.

O güne kadar, Atatürk Üniversitesi’ni “devrime giden yolda Doğu karargahı” gibi gören ve bu minval üzere astığım astık kestiğim kestik olan solcu ve Kürtçü gruplar, gördükleri manzara karşısında donup kalıyorlar. Çünkü halkın şaka yapmadığını, bazı hocalar veya polis gibi kalkışmaya toleranslı bakmadığını anlıyorlar.

Erzurumlunun bu toplu “ihtar”ı üzerine, üniversitede hakimiyet kurmuş olan bütün sol ve Kürtçü örgütler geri adım atmak zorunda kalıyor. Çünkü aynı Erzurum’un tarihi arka planı, tam da bu çerçevedeki aşırılıkları sinesine çekmediğini gösteren bir çok olaya tanıklık ediyordu.

Üniversite, evrensel kökünden geliyor. Dolayısıyla üniversitelerde ne kadar çok fikir ve farklı renkler olursa, bu demokrasi ve eğitim adına bir zenginliktir.

Üniversite, hangi ideoloji olursa olsun yalnızca bir kesimin üssü haline dönüşürse, orada hoşgörü de olmuyor, hukukun üstünlüğü de…

70’li yılların başında rektörünün koltuğunu yakan öğrenci de, demokrasiyi kavrayamamıştı, 2012 yılında ODTÜ’de kendileri gibi düşünmeyen bir siyasetçiyi dinlemeye tahammül edemeyen öğrenci de demokrasiyi özümseyememiş.

Nobel ödüllerinin dağıtıldığı vakfın binasının girişinde şöyle yazıyor:

“Burada aynı şekilde düşünen iki kişiden biri fazladır”

Üniversiteler de öyle olmalı; fakat bu, demokrasi normları içinde kaldığı sürece anlamlı ve güzel…

Sırf slogan attı diye bir öğrencinin tutuklanması, eğitim hakkının elinden alınması ne kadar yanlışsa, üniversitesini yakıp yıkan ve başkasına hoşgörülü davranmayan öğrenci de o kadar yanlış yapıyor.

Keşke 70’li yılların başında, Kemal Bıyıkoğlu’nun koltuğunu ateşe veren Marksist öğrencilerin derdi demokrasi ve hukukun üstünlüğü olsaydı.

Ama değildi ne yazık ki…

Demokrasinin temelleri o gün dinamitlenmemiş olsaydı, bugün kimbilir nasıl bir zemin üzerinde oturuyor olacaktık.
Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.