Aktaş diye belediğimi

İnsanoğlu, oldum olası soyunu sürdürmek ister, doğanın gereği bu... Geldin gidiyorsun; yerine evlat bırakacaksın. Benim halkım, çağlar boyunca, oğula daha bir önem vermiştir. Hele beylerin; oğlunun olması halkı sevindirmiş, olmaması ise üzmüştür. Zamanı ve yeri unutulmuş... Yüzyıllar önce, Anadolumuzun bir yöresinde, bir Türk boyu gün görmüş. Bu boy, barış ve erinç (huzur) içinde yaşayan bir boymuş.  Gün gelmiş, genç ve yakışıklı bey, gönlünce bir kızla evlenmiş. Halk, kendi düğünü yapılıyormuş gibi sevinmiş, gönenmiş düğünde. Dünya dönmüş, yıllar geçmiş... Beyin çocuğu olmamış. Bu olay, tüm boya tasa olmuş. İlkin beyin anası ve öteki yakınları başlamışlar dillenmeye: “A beyimiz, civan beyimiz; sen iyisin hoşsun ya, bak, çocuğun olmuyor. Yarın, -Allah gecinden versin- sen konduğun dünya adlı handan göçersen, soyumuza kim beylik edecek?” Bey, söylediklerine kendisi de inanmasa bile, konuyu açanlara: “Allah büyüktür, bana da bir oğul verir.” der. Ama hikmetinden sual olunmaz. Allah, oğul vermemiş beye.. Zamanla, serzenişler yakınmaya dönüşmüş: “Ulu beyimiz, görüyorsun işte yıllar gelip geçiyor. Hâlâ bir evlada kavuşamadın. Karın iyi hoş ama, çocuğu olmuyor. Senin, halkımıza veliaht  bırakacak bir kızla evlenmene o da bir şey diyemez.” Bey karısını seviyormuş ama ne yapsın, töre bu, türkülere bile girmiş:

 

 

        “Susuz derelerde kavak biter mi,

        Oğlansız evlerde duman tüter mi?”

 

 

Sonunda, töre sürdürmüş hükmünü ve beyin yeniden evlenmesi kararlaştırılmış... Karısı, olup bitenleri -içi kan ağlasa da- olgunlukla karşılamış: “Ne hakkım var soyumuzu veliahtsız bırakmaya? Ben, beyimize lâyık, beyimize oğul  verecek kızı kendim bulacağım” demiş ve dediğini de yapmış. Beyin, kendisine yakışacak kızla evlenmesinde, elinden geleni yapmış. İçindekileri vurmamış dışa...

       

 

Ve zaman olmuş ki; beyle yeni gelinin düğünleri kurulmuş. Eski gelin, ev sahipliği görevini yüklenmiş. Konukları yordamınca ağırlamış. Beyle yeni gelinin gerdeğe girdikleri gece, eski gelin de vurmuş kendini dağlara... Ormanların yavrusuymuşçasına, o dağ senin, bu tepe benim, dolaşmış durmuş. Yaban yaratıklarıyla dostluklar kurmuş. Yüreği eski yürekmiş ya; kafası aynı kafa değilmiş. Aklı, yele-sele karışmış. Bir dereden geçiyormuş ki; uzunca bir ak taş bulmuş. Almış ak taşı, tülbendiyle belemiş (kundaklamış). Bir yandan ak taşa sarılır, bir yandan  da, adını bildiği tüm ermişler aracılığıyla, bu taşa can vermesi için Allah’a yakarırmış... Yaradan bu, ne istese olmaz ki? Sevgisinden usunu uçurup dağlara çıkan bu iyi niyetli, saf gelinin dileğini yerine getirmiş; ak taşa can vermiş... Bu öykü göğermiş bostan olmuş, duygulu bir türkü olarak, halkın diline destan olmuş. (Türkünün ilk dört dörtlüğünde, kadının, ak taş canlansın diye yakarışı; son iki dörtlükte de, taş canlandıktan sonraki sevinç ve duyguları dile getirilmektedir.)

 

Ak taş diye belediğim

Tülbendime doladığım

Haktan dilek dilediğim

Mevlâ’m bu taşa can versin.

 

      Yoldan geçen yolcu kardaş

      Ben kimlere olam sırdaş

      Kırşehir’de Hacı Bektaş

      Mevla’m bu taşa can versin.

 

Bebeksiz oldum divane

Ben ağlarım yane yane

Konya’da Ulu Mevlâna

Mevlâ’m bu taşa can versin

 

            Tarlalarda olur yaba

            Savururlar kaba kaba

            Ödemiş’te Birgi Dede

            Mevlâ’m bu taşa can versin.

 

Bebek uyandı bakıyor

Sevinci içim yakıyor

Gözlerimden yaş akıyor

Emzireyim nenni nenni.

 

         Yüksekte şahin yuvası

         Alçakta Avşar obası

         Gelsin yavrumun babası

         Emzireyim nenni nenni...

 

(Yöresi: Güneydoğu Anadolu; yayımlayan: Ahmet GÜNDAY)

 

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.