Erzurum Haber Girişi : 26 Ekim 2009 01:37

Bir şehirde yaşamak ya da şaire selam...

Bir şehirde yaşamak ya da şaire selam...

Ey darağaçlarından yanaklarımıza sızan uçurum

                                                                        Siyaseten katledilen Erzurum ”

                                                                                                                                Emin Alper



Bence bir şehirde yaşamak, bir şiirde yaşamak gibidir. Belki bir şehri yüreğinde yaşatmak da bunun gibi bir şeydir. Nasıl olursa olsun, yaşadıklarınız bir şiirdir ve bu şiiri yüreğinize, içinde doğup büyüdüğünüz, belki daha da ötesinde birlikte büyüdüğünüz şehir kazımıştır. Olup biten basittir belki; ama o sizin hayatınızdır. Değeri kendinizcedir; ama bu değer tartışılamaz.”


            Değerli şair Emin Alper (Ki o da; bu şehrin, Erzurum’un iflah olmaz bir âşığı olmasına ve şehre karşı hissettiklerinin hüznüyle; “Bu akşam / Sen ve ben-yalnız ikimiz / Körkütük hasret kesilmişiz / Seni seyrediyoruz yüzyıllar ötesinden/ Şimdi / Yüreği gurbet olan / Ve yaşamak kadar büyük bir yalan/ Bir zamanın yabancısıyız / Hangi uzak rüyanın sancısıyız Erzurum” diyerek, “Ağıt” yakan biri olmasına rağmen, mecburi bir sürüklenişle nihayet o da gurbetin sakini oldu. ) ; sahaflık yapan ve bu işten fırsat bulduğu zamanlarda da yazan, arada bir de kısıtlı imkânlarına rağmen dergicilikle uğraşan Nizamettin Korucu’nun bir zamanlar “Erzurum Sevdası” olarak çıkardığı derginin bir sayısında yayınlanan “Erzurum Oylum Oylum” başlıklı yazısına bu cümlelerle giriyor.


            Emin ağabeyin dediği gibi; bir şehri yaşatmak, ancak ona dair değerlere yüreğinde yer vermek ve bu değerlerin yaşaması için çabalamakla olur. İnsanını, geçmişten bu güne ayakta kalan eserlerini, doğumdan ölüme her şeyi içine alan kültürünü sahiplenmekle ve geleceğe aktarılması gereken biçimiyle onları muhafaza etmekle mümkündür bu… Ve bu kültür içinde; şehirlerin türküleri vardır; şehrin değerleri arasında öne çıkan ve yaşatılması için çaba gösterilmesi gereken… Şehirler zamana karşı direnirken, olduğu gibi yaşatmak zordur onları… Ama türkülere sahip çıkıldığında, onları ilk günkü tazeliğiyle, ilk günkü güzelliğiyle saklamak etmek mümkündür.


            Ya sahip çıkılmadığında… İşte o zaman,  şehrin kargaşasıyla, dağılmış ve dökülmüşlüğüyle örtüşmeyen bu güzellik, bu nazenin duruş, bu inleyiş; dağların koynunda, ovalarda, vadilerde kaybolup gider. Giderken; o esrik bakışları, delice sevdaları, mazlumların ahını, yoksulların ıstırabını ve daha birçok şeyi de beraberinde götürür. Giderken; olan bitene bir türlü inanmayan ve her gün biraz daha azalan iz sürücülerine acı bir yüz ifadesi bırakır. Giderken; hüsrana uğramış yiğitçe duruşları, hayatın karşısındaki savruluşları, nice hayallere aldanışları da terkisine atıp uçup gider uzaklara doğru bir türkü...


            Ardından; hatıralarla aramızda görkemli bir bağ oluşturup, hüznü, ayrılığı, yoksulluğu, sevdayı ve daha birçok şeyi film şeridi gibi ard arda sıralayıp giderler. Tam anlamıyla insanlık kokarlar ve her gelişlerinde, ayrı bir seda, ayrı bir eda ile sineye mihman olurlar. Cevr-ü cefa ile yanmışları, gönül derdiyle yasa batmışları, sızıları cihanı tutmuşları, gözyaşından bir dünya kurmuşları, uzaklarda bir yerlerde unutulmuşları işte böyle bir anda, bir demde gözünüzün önüne getirirler. Yeniden dile gelir, zihinde canlanır eski hikâyeler; ses verir yıllar öncesindeki sevinçler, kederler…


            Yarısı unutulmuş, yarısı kaybolmuş türküler gibi, onların da kimi yarım kalmıştır. Her duyan, yarım kalan bir yanını hatırlar böylece. Bir sonuca bağlanmamış ya da sona erdirmek nasip olmamış, vuslatın derin bir acıya kalbolduğu olayları yâda getirir. Istırabı köşe bucak dolanıp dururken, belki de hikâyesi yeni bir sevdaya derman olur. Yârinin elinden tutup dağlara çıkanları, çelik pazarında ufacık taşlar üstünde el ele tutarak dadaşlığın vakarlı duruşuyla, davul zurna eşliğinde yeri göğü inletenleri, elindeki divit kalemle dertlere derman yazan sarı gelinleri, büyütüp beslenip asker eğlenen civanları ve onların geri gelmeyişlerine ağıt yakan gözü yaşlı anaları, Huma kuşunu, şehirler boyunca aşıp giderken kardeşlik türkülerimizi uzaklardaki soydaşlarımıza taşıyan han Aras’ı; bazen hüzünle, bazen acı bir gülüşle yeniden hatırlarız her türkü dinlediğimizde… Analarımızın kapı önü sohbetleri, babalarımızın hızlı hızlı geçip gidişleri, gençliğimizde mekân tuttuğumuz köşe başları, sokak araları, odalar, yeniden ve büyük bir hasretle boy verip, dile gelir türkülerimizde… Bir Erzurum türküsünde…


            Ve bir türkünün nağmesi, bir şiirin mısraları eşliğinde dadaşlar bar oynar gözbebeklerimizde… “Seni bir kere daha duydum Erzurum şehri” diyen şairi; minnetle, şükranla anarız. Şehir yeniden uç verir şairin mısralarında… Dadaşlar, yayla güzelleri, soğuk sular, türküler, şarkılar, çarşılar, esnaf, eşraf, sanatkâr ve zanaatkâr, camiler, hanlar, hamamlar; sekili, tandır başılı, sofalı evler tek tek hatırlatır, tek tek anlatır bize kendini bir türkünün ve bir şiirin yardımıyla yine…


            Şehir hâlâ dayandığını, hâlâ direndiğini, bu kadar ilgisizliğe, bu kadar bilgisizliğe, bu kadar kayıtsızlığa rağmen hâlâ çökmediğini belki bütün bunların yardımıyla bir kere daha ihtar etmiş, kendine dair her gün giderek büyüyen umutsuzluğa bir kere daha karşı koymuş, yeni bir pencere açmıştır dinleyenine, okuyanına, işitenine böylece… Şehre baktığında umutsuzluğa kapılana bir türkünün sözleri ve nağmeleri umudu çağrıştırmış, türküler yaşadıkça şehrin de yaşayacağına inandırmıştır.


            Belki herkes unutsa da bu şehrin geçmişini… O büyük geçmişte yaşayan kişileri ve onların yaşadıklarını… Türküler; şiirler ve hakkında yazılanlarda hep saklı kalacak ve hiçbir zaman unutulmayacaktır. Vefaya, umuda, aşka dair yanı hep anlatılacak ve meraklılarınca daima hatırlanacaktır.


           Bir sözün ilhamıyla başlayıp, bir şiirin çağrışımlarıyla devam eden yazımızı yine Emin Alper ağabeyin, şehir, türküler ve geçmişle ilgili yüreğinde dağ dağ büyüttüğü hasretliğe dair cümleleriyle sonlandıralım:

           “…Daha benim çocukluk yıllarımda bile Erzurum, bahçeler içinde bir şehirdi. O günlerden bugüne, belki en görünür değişiklik bu. Sanıyorum; iki temel karakteristiği vardı Erzurum’un: Biri, evlerinin iç bahçeleri; diğeri, bahar gelir gelmez yemyeşil bir örtüye bürünen toprak damlı evleri. Türkülerden okunur bir şehirdi Erzurum… Türkülerle okunur bir şehir (Muhterem İsmail Bingöl Beyefendinin o çok güzel ifadesiyle ‘Türkülerde Yaşayan Şehir’)…


          Bazı yaz akşamları, ayın ak aydınlığında baca kapısının bir yanında akşam çaylarımızı yudumlarken Gümüş Masat Çeşmesi’nin huzur içindeki mırıltılarına hafif bir bağlama sesi karışırdı. Bu bağlama sesine, serin akşam rüzgârının esintisiyle zaman zaman alçalıp yükselen bir de kaval sesi eşlik ederdi. Mahallenin gençleri, iç bahçelerden birinde çalıp söylüyorlar; ama edeple… Şimdi artık neredeyse unutulmuş Erzurum klâsikleri: ‘Hüma Kuşu’, ‘Çelik Pazarı’, ‘Aşkın Ezeli Âşıka İlham-ı Hüdâ’dır’, ‘Erzurum Çarşı Pazar’, ‘Tutam Yâr Elinden Tutam’… Hele bunlar içinde bir tanesi vardı ki daha ben yürek nedir, bilmeden gelip taht kurmuştu yüreğime: “İki bülbül figan eder bir güle/ Oğul, layık mıdır ben ağlayam el güle/ Oğul, yâd elleri dokunmasın o güle/ Gidem gelem ben gülümü koklayam…”

Sonra bir zaman geldi, hoparlörlerden canhıraş çığlıklarla yükselen bir ‘’sabunu koydum leğene’’, arkasından da ‘’Erzurum’un dadaşı(!) ne güzel bastırır lavaşı’’ çağı. Bu sonuncu, dadaşa atılan en büyük iftiraydı. Dadaş, midesine asla düşkün değildir! ‘Dadaş’ ile ‘lavaş’ kafiye olamaz!..


          Yazık ki Erzurum, bu çığlıkların saldırısından çok hasar gördü. Ses, musiki sultanının kır atı iken; bu çağda musiki sultanı, ses beygirine binek kılındı. Gerçi bu, bütün ülkenin sorunuydu; giderek de bütün ülkede müzik, ‘fiziğin’ altında kayboldu. O kaybolan, bir mektep, bir edepti. “Dilce susulan, bedence konuşulan bir çağdan” Erzurum da kara bahtına düşeni almıştı. Benim dostlarım da sustu; ama onların susuşu bambaşka bir susuştu. Onlar: “ Gel ey dilberlerin şâhı, Melâhat burcunun mâhı, Gedânın hâl-i nigâhı, Sen ey dilber, safâ geldin” diyen dostlardı.


         Bundan bir süre önce bir sivil toplum örgütünün -örgüt belli de toplumun hangi toplum olduğunu Allah bilir- heyecanlı temsilcisiyle bir dostum, o zamanlar moda olduğu üzere ‘Sarı Gelin’ türküsünün menşeini tartışıyorlardı. Tartışmanın bir yerinde dostum, o her zamanki olgun ve şakacı tavrıyla: “Kız sizin de türkü bizim.” deyince meclistekiler gülmekten yerlere yatmışlardı. Tabiî ben, ‘kız’ın da (o muhterem hanımefendinin de) bizim olduğunu biliyorum. Bunu Erzurumlular sormaz; ama yine de “Nerden biliyorsun?” diye soranlar olur belki. Onlar için söylüyorum: “Yüreğimden biliyorum, yürek yerimden…”



Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.