“Ey
darağaçlarından yanaklarımıza sızan uçurum
Siyaseten katledilen Erzurum ”
Emin Alper
Bence bir
şehirde yaşamak, bir şiirde yaşamak gibidir. Belki bir şehri yüreğinde yaşatmak
da bunun gibi bir şeydir. Nasıl olursa olsun, yaşadıklarınız bir şiirdir ve bu
şiiri yüreğinize, içinde doğup büyüdüğünüz, belki daha da ötesinde birlikte
büyüdüğünüz şehir kazımıştır. Olup biten basittir belki; ama o sizin
hayatınızdır. Değeri kendinizcedir; ama bu değer tartışılamaz.”
Değerli şair Emin Alper (Ki o da; bu
şehrin, Erzurum’un iflah olmaz bir âşığı olmasına ve şehre karşı
hissettiklerinin hüznüyle; “Bu akşam / Sen ve ben-yalnız ikimiz / Körkütük
hasret kesilmişiz / Seni seyrediyoruz yüzyıllar ötesinden/ Şimdi / Yüreği
gurbet olan / Ve yaşamak kadar büyük bir yalan/ Bir zamanın yabancısıyız /
Hangi uzak rüyanın sancısıyız Erzurum” diyerek, “Ağıt” yakan biri olmasına
rağmen, mecburi bir sürüklenişle nihayet o da gurbetin sakini oldu. ) ;
sahaflık yapan ve bu işten fırsat bulduğu zamanlarda da yazan, arada bir de
kısıtlı imkânlarına rağmen dergicilikle uğraşan Nizamettin Korucu’nun bir
zamanlar “Erzurum Sevdası” olarak çıkardığı derginin bir sayısında yayınlanan
“Erzurum Oylum Oylum” başlıklı yazısına bu cümlelerle giriyor.
Emin ağabeyin dediği gibi; bir şehri
yaşatmak, ancak ona dair değerlere yüreğinde yer vermek ve bu değerlerin
yaşaması için çabalamakla olur. İnsanını, geçmişten bu güne ayakta kalan
eserlerini, doğumdan ölüme her şeyi içine alan kültürünü sahiplenmekle ve
geleceğe aktarılması gereken biçimiyle onları muhafaza etmekle mümkündür bu… Ve
bu kültür içinde; şehirlerin türküleri vardır; şehrin değerleri arasında öne
çıkan ve yaşatılması için çaba gösterilmesi gereken… Şehirler zamana karşı
direnirken, olduğu gibi yaşatmak zordur onları… Ama türkülere sahip
çıkıldığında, onları ilk günkü tazeliğiyle, ilk günkü güzelliğiyle saklamak
etmek mümkündür.
Ya sahip çıkılmadığında… İşte o zaman, şehrin kargaşasıyla, dağılmış ve dökülmüşlüğüyle örtüşmeyen bu güzellik, bu nazenin duruş, bu inleyiş; dağların koynunda, ovalarda, vadilerde kaybolup gider. Giderken; o esrik bakışları, delice sevdaları, mazlumların ahını, yoksulların ıstırabını ve daha birçok şeyi de beraberinde götürür. Giderken; olan bitene bir türlü inanmayan ve her gün biraz daha azalan iz sürücülerine acı bir yüz ifadesi bırakır. Giderken; hüsrana uğramış yiğitçe duruşları, hayatın karşısındaki savruluşları, nice hayallere aldanışları da terkisine atıp uçup gider uzaklara doğru bir türkü...
Ardından; hatıralarla aramızda
görkemli bir bağ oluşturup, hüznü, ayrılığı, yoksulluğu, sevdayı ve daha birçok
şeyi film şeridi gibi ard arda sıralayıp giderler. Tam anlamıyla insanlık
kokarlar ve her gelişlerinde, ayrı bir seda, ayrı bir eda ile sineye mihman
olurlar. Cevr-ü cefa ile yanmışları, gönül derdiyle yasa batmışları, sızıları
cihanı tutmuşları, gözyaşından bir dünya kurmuşları, uzaklarda bir yerlerde
unutulmuşları işte böyle bir anda, bir demde gözünüzün önüne getirirler.
Yeniden dile gelir, zihinde canlanır eski hikâyeler; ses verir yıllar
öncesindeki sevinçler, kederler…
Yarısı unutulmuş, yarısı kaybolmuş
türküler gibi, onların da kimi yarım kalmıştır. Her duyan, yarım kalan bir
yanını hatırlar böylece. Bir sonuca bağlanmamış ya da sona erdirmek nasip
olmamış, vuslatın derin bir acıya kalbolduğu olayları yâda getirir. Istırabı
köşe bucak dolanıp dururken, belki de hikâyesi yeni bir sevdaya derman olur.
Yârinin elinden tutup dağlara çıkanları, çelik pazarında ufacık taşlar üstünde
el ele tutarak dadaşlığın vakarlı duruşuyla, davul zurna eşliğinde yeri göğü
inletenleri, elindeki divit kalemle dertlere derman yazan sarı gelinleri,
büyütüp beslenip asker eğlenen civanları ve onların geri gelmeyişlerine ağıt
yakan gözü yaşlı anaları, Huma kuşunu, şehirler boyunca aşıp giderken kardeşlik
türkülerimizi uzaklardaki soydaşlarımıza taşıyan han Aras’ı; bazen hüzünle,
bazen acı bir gülüşle yeniden hatırlarız her türkü dinlediğimizde… Analarımızın
kapı önü sohbetleri, babalarımızın hızlı hızlı geçip gidişleri, gençliğimizde
mekân tuttuğumuz köşe başları, sokak araları, odalar, yeniden ve büyük bir
hasretle boy verip, dile gelir türkülerimizde… Bir Erzurum türküsünde…
Ve bir türkünün nağmesi, bir şiirin
mısraları eşliğinde dadaşlar bar oynar gözbebeklerimizde… “Seni bir kere daha
duydum Erzurum şehri” diyen şairi; minnetle, şükranla anarız. Şehir yeniden uç
verir şairin mısralarında… Dadaşlar, yayla güzelleri, soğuk sular, türküler,
şarkılar, çarşılar, esnaf, eşraf, sanatkâr ve zanaatkâr, camiler, hanlar,
hamamlar; sekili, tandır başılı, sofalı evler tek tek hatırlatır, tek tek
anlatır bize kendini bir türkünün ve bir şiirin yardımıyla yine…
Şehir hâlâ dayandığını, hâlâ direndiğini, bu kadar ilgisizliğe, bu kadar bilgisizliğe, bu kadar kayıtsızlığa rağmen hâlâ çökmediğini belki bütün bunların yardımıyla bir kere daha ihtar etmiş, kendine dair her gün giderek büyüyen umutsuzluğa bir kere daha karşı koymuş, yeni bir pencere açmıştır dinleyenine, okuyanına, işitenine böylece… Şehre baktığında umutsuzluğa kapılana bir türkünün sözleri ve nağmeleri umudu çağrıştırmış, türküler yaşadıkça şehrin de yaşayacağına inandırmıştır.
Belki herkes unutsa da bu şehrin
geçmişini… O büyük geçmişte yaşayan kişileri ve onların yaşadıklarını…
Türküler; şiirler ve hakkında yazılanlarda hep saklı kalacak ve hiçbir zaman
unutulmayacaktır. Vefaya, umuda, aşka dair yanı hep anlatılacak ve
meraklılarınca daima hatırlanacaktır.
Bir sözün
ilhamıyla başlayıp, bir şiirin çağrışımlarıyla devam eden yazımızı yine Emin
Alper ağabeyin, şehir, türküler ve geçmişle ilgili yüreğinde dağ dağ büyüttüğü
hasretliğe dair cümleleriyle sonlandıralım:
“…Daha benim
çocukluk yıllarımda bile Erzurum, bahçeler içinde bir şehirdi. O günlerden
bugüne, belki en görünür değişiklik bu. Sanıyorum; iki temel karakteristiği
vardı Erzurum’un: Biri, evlerinin iç bahçeleri; diğeri, bahar gelir gelmez
yemyeşil bir örtüye bürünen toprak damlı evleri. Türkülerden okunur bir şehirdi
Erzurum… Türkülerle okunur bir şehir (Muhterem İsmail Bingöl Beyefendinin o çok
güzel ifadesiyle ‘Türkülerde Yaşayan Şehir’)…
Bazı yaz
akşamları, ayın ak aydınlığında baca kapısının bir yanında akşam çaylarımızı
yudumlarken Gümüş Masat Çeşmesi’nin huzur içindeki mırıltılarına hafif bir
bağlama sesi karışırdı. Bu bağlama sesine, serin akşam rüzgârının esintisiyle
zaman zaman alçalıp yükselen bir de kaval sesi eşlik ederdi. Mahallenin
gençleri, iç bahçelerden birinde çalıp söylüyorlar; ama edeple… Şimdi artık
neredeyse unutulmuş Erzurum klâsikleri: ‘Hüma Kuşu’, ‘Çelik Pazarı’, ‘Aşkın
Ezeli Âşıka İlham-ı Hüdâ’dır’, ‘Erzurum Çarşı Pazar’, ‘Tutam Yâr Elinden
Tutam’… Hele bunlar içinde bir tanesi vardı ki daha ben yürek nedir, bilmeden
gelip taht kurmuştu yüreğime: “İki bülbül figan eder bir güle/ Oğul, layık
mıdır ben ağlayam el güle/ Oğul, yâd elleri dokunmasın o güle/ Gidem gelem ben
gülümü koklayam…”
Sonra bir zaman
geldi, hoparlörlerden canhıraş çığlıklarla yükselen bir ‘’sabunu koydum
leğene’’, arkasından da ‘’Erzurum’un dadaşı(!) ne güzel bastırır lavaşı’’ çağı.
Bu sonuncu, dadaşa atılan en büyük iftiraydı. Dadaş, midesine asla düşkün
değildir! ‘Dadaş’ ile ‘lavaş’ kafiye olamaz!..
Yazık ki
Erzurum, bu çığlıkların saldırısından çok hasar gördü. Ses, musiki sultanının
kır atı iken; bu çağda musiki sultanı, ses beygirine binek kılındı. Gerçi bu,
bütün ülkenin sorunuydu; giderek de bütün ülkede müzik, ‘fiziğin’ altında
kayboldu. O kaybolan, bir mektep, bir edepti. “Dilce susulan, bedence konuşulan
bir çağdan” Erzurum da kara bahtına düşeni almıştı. Benim dostlarım da sustu;
ama onların susuşu bambaşka bir susuştu. Onlar: “ Gel ey dilberlerin şâhı,
Melâhat burcunun mâhı, Gedânın hâl-i nigâhı, Sen ey dilber, safâ geldin” diyen
dostlardı.