Erzurum Haber Girişi : 14 Aralık 2009 03:23

Dünyalarımızın Küçülmesine Dair...

Dünyalarımızın Küçülmesine Dair...

Dünyalarımız küçülüyor. İletişim ve ulaşım anlamında değil bu küçülüş. Kendimize ait olan, bizim kurduğumuz, içindeki her şeyiyle bizim olan, bizim olduğunu iddia ettiğimiz dünyalarımız küçülüyor. Soyut yönleri her gün törpülenerek, onun yerini daha belirgin, ama daha sıradan; daha elle tutulur; ama daha yakışıksız ve incelikten uzak, kültürsüzleşmekle yakından ilgili kaba davranışlar zinciri, gösterişi mihenk taşı olarak kabul eden "hoyratlık" silsilesi durumlar hâkim oluyor dünyalarımıza...

          Ekranlardan dünyanın öbür ucunu seyreden, bir tek telefonla en uzak mesafelerden haber alabilen bizler; ne yazık ki küçülen dünyamızla ilgili tedbir almak zorunda hissetmiyoruz kendimizi. Küçülen; her küçülüşte de, onu ayakta tutan bazı özellikleri yok olan, yok edilen dünyalarımıza karşı, korkunç bir kayıtsızlık içindeyiz ve onu kendimizden uzak tutmaya çalışıyoruz. Sıkılmamak ve üzülmemek için de bütün bu olanları görmezlikten geliyoruz.

Köşelerimize çekilmiş, küçülen dünyamızı uzaktan seyrediyoruz. Böylelikle de, "kendimize has ve ruhumuzu besleyen" dünyalardan gittikçe ayrı düşüyoruz. Böyle bir acayiplik karşısında, "Ne zaman konuşacak insanlarım kendi sesiyle?" diye haykırası geliyor insanın... Sükûtu üstün tutan bir medeniyetin çocukları olarak bir de ekleme yapmak geçiyor içimden:" Hangi gurbettedir o sessiz benliğimiz?"

          Bu konuda taraf olanlarımız ve bu kavganın içine girme cesaretini gösterenlerimiz çok az. Devraldığımız büyük dünyaların ve o dünyalara ait güzel fikirlerin yerine yenilerini koyamadığımız bir gerçek. Hep daha basitini oturttuk geçmiştekilerin yerine. Üslûp sahibi kişiler ortalıkta yok. Çünkü; hem onlar, hem de onların farkında olanlar iyice azaldılar ve kıymetten düştüler. Yerini; basitleşen ve basitleştirilen bir hayat tarzı, yeknesak bir düşünce ve sanat hayatı almış durumda... Arada ise; gidişattan endişe duyan, ne var ki seslerini duyuramayan bir avuç insan...

          İşittiklerimiz hep aynı... Çoğunlukla aynı cümleler, aynı kelimelerle başlayıp biten sohbetler. Durmaksızın tekrar edilen bu bilgilerin, fikirlerin (düşünce zaten yok gibi); yenilenmesi, değiştirilip, dönüştürülmesi ve çağa uygun hale getirilmesi gerekmiyor mu hâlâ? Dinlerken sıkıldığımız konuşmalar, okurken; bir yerinden sonra kaldırıp bir kenara attığımız kitaplar, yazılar... Hep aynı şeylerin dillerde pelesenk edilmesi, kişiye ne katar ve ne kadar ilerletir?

Bu manada bir ilerlemeyi can-u gönülden isteyen, bu ve bunun gibi konuları dert edinen kim diye sorulabilir pekâlâ. Zira; görünüşe bakınca, hemen her şey bir hesaba dayanıyor ve her şey ferdî… Herkes, sadece ve sadece kendine hizmet edene önem veriyor,-tabii revaçta olduğu müddetçe-, herkes bir gün gelipte işine yarayacak olanı alkışlıyor, yüksekte tutuyor. En önemlisi ve en can sıkıcı olanı da; her işte ve her yerde kolaycılığa kaçmamız; sıkıntısını, derdini, çilesini çekmeden, bunun için ter akıtıp, emek sarfetmeden, “kenarda gezip, ortada görünerek” pastanın en iyi bölümünü kapmayı ummamız… Hatta ve hatta, bunun hakkımız olduğunu iddia ederek, üzülüp yakınmamız…

Halbuki; Mevlâna’nın da Fîhimâfîh'inde söylediği gibi:

"Dert daima insana yol gösterir. Dünyadaki her iş için, bir insanın içinde ona karşı bir aşk, bir heves ve dert olmazsa, insan o işi yapamaz ve o iş dertsiz, zahmetsiz olarak ona müyesser olmaz. İster dünya, ister âhiret, ister ticaret, ister padişahlık, ister ilim, ister astronomi ve ister daha başka işlerde olsun!

"Meselâ Meryem'de doğum sancısı olmadıkça, o baht ağacına gitmedi. Kuran'da; "Doğurma sancısı onu bir hurma ağacının kütüğüne dayanmaya sevketti." (Kur'an:19/22) buyurulduğu gibi, onu o dert, ağaca götürdü ve o kuru ağaç meyve verir hale geldi.

"Vücut da Meryem gibidir; her birimizin İsa'sı vardır. Bizde eğer o dert peyda olursa İsa'mız doğar."

İçinde bulunduğumuz şartlar yüzünden, dünyalarımızın hep bizi üzen, bizi yaralayan taraflarına, hüzünlü nazarlarla bakıyoruz şimdilik... Bir yanımızda yinede umudu, hep umudu saklı tutmaya çalışarak... Ardından ise, "Şafak Nöbetçisi" gibi sesleniyoruz zamana...

"İşliyor canevime ezanlar...

 Bekle diyorum, kendi kendime Yahya,

         Gün doğmadan neler doğar..

 

Bekle diyorum, bekle diyorum şafağı,

Yıldızlar terketmede bir bir nöbeti.

Kol geziyor bulutlar bir yukarı bir aşağı

Ülkeler doğuyor ufkun haritasında,

Ülkeler batıyor sabah yelinden,

Bülbül yine o tükenmez yasında...

‘Özgelerle tadılmayan mutluluğu neyleyim.’

İklim iklim bir şafağın seyrindeyim.”           

(Yahya Akengin)

Ufkumuzun yeni şafakların doğuşunun müjdecisi olduğunu düşünmek istiyoruz artık millet olarak… Bu toprakları yüzyıllardır paylaşanlar olarak… Kavgasız ve hüzünsüz günlerin geleceğine inanarak; birbirimizi aldatmadan, birbirimize güvenmiş olarak, birlik, dirlik ve bütünlük içinde, yeni sabahlara uyanmak istiyoruz.

Gelecek kuşakların; onlara bıraktığımız dünya için bizlere öfkelenmelerini değil, bizleri hayırla, sevgiyle, saygıyla yâdetmelerini istiyorsak eğer; bu olmalı ve umutlarımızı gerçekleştirmeliyiz. 

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.