Erzurum'da bahar!..

Cemrelerin; havaya, suya, toprağa düşmesiyle birlikte, baharın ilk müjdelerini görmeye başladık.

Yüce dağımız Palandöken, sırtındaki beyaz elbiselerini değiştirmek üzere; Ejder Tepesi “Seni vermem ellere” dercesine, beyazlığını muhafaza etmeye direniyor.

Palandöken’in zirvelerinden erimeye başlayan karlar, su olup Erzurum ovasına doğru koşar adımlarla iniyor.

Müdürge sazlığı göl halini almış, A. Gazi’den ovaya bakınca biriken suların oluşturduğu göl, ayna parıltısı gibi göz alıyor.

Yazı beraber geçireceğimiz göçmen kuşların çoğu, ovada biriken gölcüklerin etraflarında konuşlanmaya başladılar bile.

İlâhi gücün ikram ettiği şaşmaz pusulalarıyla Nil Havzası’ndan havalanan leyleklerimiz, eski terk ettikleri yerleri bulmakta zorlanmadılar.

Kardelenler ve Mayıs çiçekleri ovayı gelin süsler gibi süslemeye başladılar.

Varlığımızın sebebi toprak, kokusunu yavaş yavaş hissettirmekte, Erzurum dağları ve ovası yeşil örtüsüne bürünmek üzere…

Her ne kadar “Mart kapıdan baktırdıysa da bu yıl kazma kürek yaktırmadı” diyebiliriz.

Dağlarımızdan yayılan bin bir çiçeğin kokusunu henüz almadık ama çarşı pazarımızda yerini alan Çiriş’in kendisine has kokusunu duyar olduk.

Güneşin ısıttığı ıslak baca toprağından gökyüzüne yükselen su buharının gizemli görüntüsü, ne yazık ki artık mazide kaldı.

A. Mumcu Mahallesi’ndeki yıkık Erzurum evlerinin bulunduğu boş bir arsada, bilye oynayan küçük çocuklar bazı özelliklerimizin buharlaşmadığını gösterir gibi, farkında olmadan, dünü bugüne taşıyorlar.

Yaş toprağın üstünde enekeleriyle gurur duyan çocukların bilye oynamalarını seyrederken, çocukluk günlerimize dönüp, bir müddet anılarımızla baş başa kaldık.

Ellerimizin üstü çatlak çatlak olurdu ve kanardı, sıcak suyun içerisine koyduğumuz kir tutmuş ellerimiz nasıl da sızlardı.

Arkadaşı olmadan sanal âlemde oyun oynayan, dershaneden çıkıp okula koşan, test kitaplarının başından kalkamayan günümüz çocuklarının vahim yaşamlarını gördükçe, sızlayan ellerimiz gibi yüreklerimiz bir kez daha sızladı.

Teknolojinin son ürünü bin bir çeşit ve güzellikteki oyuncaklara sahip zamane çocuklarının, bizim yaşadığımız zevki ve coşkuyu tattıklarını söylemek oldukça zor.

Koyunun çene kemiğini tabanca diye kullanır, savaşçılık oynardık, bu oyundaki el bombalarımız mısır koçanları idi.

Çubukla sürüp artistik hareketler yaptığımız gındılliklerimiz, kışın torbalar içerisinde saklayıp, bahar gelmesiyle birlikte oyun alanlarına çıkardığımız aşıklarımız, hele hele gözümüz gibi baktığımız kurşun dökülmüş kınalı enekelerimiz, Ecco Mecco diye başladığımız Holla Çelik oyunundaki tahtadan yapılmış Holla ve Çeliğimiz, Koza Lepbik isimli oyunu oynadığımız koza ismini verdiğimiz hayvan tırnağı ve lepbik dediğimiz yassı taşlar, kamçı ile döndürdüğümüz kabaralı fırfıriklerimiz, sigara paketlerinden kesip, çıkarıp, döviz gibi sakladığımız papellerimiz, okulların başlamasıyla birlikte hazine gibi tenekeler içerisinde toprağa gömüp, yazın çıkardığımız gazoz kapaklarımız, rengârenk bilyelerimiz, oyun dünyamızın vazgeçilmezleriydi.

Sünger toplar, ip atlamada kullanılan ipler, minicik oklavalar, hamur tahtaları, merdaneler, bezden bebekler, küçük beşikler ise kız çocuklarının oynadıkları oyunların değişmezleriydiler.

Ağaçlar tomurcuklarını gösterirken, İlâhi komutu bekler görüntüsündeler.

Erzurum evlerinin yok olmasıyla birlikte, evlerin bahçelerini süsleyen leylaklar ve akasyalar da şehrin görüntüsünden çekildiler.

Kırlangıçlarımız, sığırcıklarımız henüz daha teşrif etmediler, kışın kahrını beraberce çektiğimiz vefalı kuşlarımız kargalar, güvercinler, serçeler, çatı aralarından çıkıp ovada nasiplerini arıyorlar.

Halkımız arasında dolaşan yaygın bir kanaat vardır, “Sayılı günler Erzurum’a vergilidir” diye.

“Korkma Mart’ın beşinden, kork Abrelin beşinden, öküzü ayırır eşinden” dedirten Abrelin beşine daha var, akşamları ara sıra kar yağışı olsa da Erzurumlu bunu yağmur yerine koyar ve bahara olan özleminden bir eksiklik yaşamaz.

“ Adan gurban” diyen ağzı dualıları, “Gardaş” diyen can dadaşları ile Erzurum; yazı, kışı, baharı ile bir başka güzeldir.

Şairin dediği gibi; “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin.” 

 
Bahar gelsin şu dağlara gideyim,

Belki derdimize çare bir çiçek

Toplayıp, devşirip, derman edeyim,

Açılan yaramı, sara bir çiçek. 

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.