Agra ile Y. Delhi arası beş saat sürüyor, yollar üç şeritli ve oldukça
bakımlı, yolun her iki tarafında müthiş bir tarım arazisi var.
Yoldaki tabelalar Pencapca, Urduca, İngilizce ve Hinduca olarak dört dilde yazılmış.
Rahat bir yolculuktan sonra Yeni Delhi’ye yaklaştığımızı gökyüzüne yükselen bizim TOKİ’lere benzer yapılanmayla anlıyoruz.
Yeni
Delhi’yi İngilizler kurmuşlar, gayet modern bir görüntüsü var, Eski
Delhi ise daha önceleri gördüğümüz Hindistan manzarasını andırıyor, yani
pislik ve sefalet kol kola, bu bölümde Müslüman nüfusun varlığı
yüreğimizi burkmuyor değil.
Müslümanlar burada başlarındaki takkeleri ve sakalları ile ayrılıyorlar.
Yeni
Delhi’nin caddelerinden geçerken ineklere rastlamasak da büyük
apartmanların gölgesindeki teneke evleri, yerde yatan garibanları
görüyoruz.
Boş arsalarda gençlerin kriket ve polo oynamaları
emperyalizmin bir başka göstergesi olarak karşımıza çıkarken, gezi
arkadaşımız Cumhur Bey’in bu sporlar için “Sömürge sporu” tabiri
kullanması tam yerinde oluyor.
Modern görüntülerden uzaklaşıp
Eski Delhi’ye yöneldiğimiz de sokakta dolaşan inekler, küçük tapınaklar,
yerde yatanlar, yani fakirlik ve perişanlık karşımıza çıkıyor.
Yine
Cumhur Bey’in “Gelir seviyesi düştükçe tanrıların sayısı ve hayvanların
sayısı artıyor” benzetmesi ise başka söze hacet bırakmıyor.
Yeşil
ve kırmızı renkteki şehir otobüsleri salkım saçak yolcu dolu, zengin
evlerinin yanı başında fakirliğin son demlerini yaşayanların olması bir
hayli düşündürücü, sağ tarafımızdaki parkta yatan bir aile bu
görüntülerden bir parça olarak gözümüze takılıyor.
Sekiz on kişinin bir odada yaşadığı evlerde yemek pişirmek az olduğundan, fukaralar tabak yerine hurma yaprağı kullanıyorlarmış.
Bundan dolayı olsa gerek, hemen her yerde seyyar mutfaklara ve yemek satıcılarına rastlamak mümkün.
Zengin ve fakir arasında derin uçurumların olduğu Hindistan’ı anlamak bir hayli güç.
Şehir içerisinde bir saate yakın yol aldıktan sonra kalacağımız otelimize ulaşıyoruz.
Odalarımıza yerleşip yemeklerimizi yedikten sonra otelin içerisinde bulunan çarşıyı gezip, tekrar otelin lobisine geliyoruz.
Otelde
bir hareketliliğin olduğu hemen fark ediliyor, bu hareketliliğin
sebebinin yapılacak düğünden dolayı olduğunu anlayınca dikkatlerimizi bu
tarafa yöneltiyoruz.
Mahalli kıyafetler içerisinde son derece
şık bayanların yanı sıra Avrupalı oldukları her hallerinden belli olan
genç yaştaki kızlı ve erkekli gruplarında bu düğüne iştirak etmeleri,
düğün sahipleri hakkında biraz bilgi veriyor.
Biraz sonra kalabalık bir grup içerisinde mahalli kıyafetli damat içeri girip objektiflere poz verdikten sonra salona geçiliyor.
Düğünün nasıl devam ettiğini ve gelini göremesek de bir Hint düğünü hakkında azda olsa bir fikir edinmiş oluyoruz.
Ekibimizin en renkli siması olan Cumhur Bey’in Yeni Delhi’de yaşayan Hintli bir arkadaşıyla tanışıyoruz.
İsmi Harindra Mişhra olan bu genç Hintli, Cumhur Beyle Rusya’da politik tarih üzerine doktora yapıyormuş.
Aralarında ortak lisan Rusça olduğundan gayet güzel anlaşabiliyorlar.
Tek tanrıya inanan iyi bir Brahman olduğunu söyleyen bu sempatik Hintli gençle bir müddet sohbet ediyoruz.
Kendisinin
içki ve sigara kullanmadığını, hayvanları öldürmediğini ve et
yemediğini anlatan bu Hintli genç, “Türk ve Türkiye isminin Hindistan’da
hemen hemen hiç bilinmediğini” söylemesi bizi oldukça şaşırtıyor.
Ona; Mahatna Gandi’nin: “Hindistan bir anadır, onun Hintli ve Türk evlatları vardır” sözünü hatırlatıyoruz.
Sabah yoğun bir program olduğu için erkenden yola çıkıyoruz.
Bizde
bayramın üçüncü günü olmasına rağmen, bugün bayramın ilk günü,
temennimiz vaktinde yetişip bayram namazını Hintli Müslümanlarla
birlikte kılmak.
Hümayun’un Türbesi denilen yere gidiyoruz,
araçlarımızdan indiğimizde türbenin sağ tarafında takkeli kalabalığın
geldiğini görünce, orada bir caminin olduğunu fark edip yaklaştığımızda,
bayram namazının bittiğini üzülerek anlıyoruz.
Yoldaki
Müslümanlara selam verip Müslüman olduğumuzu ifade etmemize rağmen,
beyaz tenli oluşumuzdan mı veya bilmediğimiz bir nedenle olsa gerek,
bize fazla bir yakınlık göstermiyorlar.
Özetle; başka ülkelerde Müslümanlardan gördüğümüz içten yaklaşımları pek bu kardeşlerimizden göremiyoruz.
Hümayun
Türbesi’ne girişte bir çalışmanın olduğu hemen anlaşılıyor, onlarca taş
ustalarının çekiç sesleri müthiş bir melodi oluşturuyor.
Begüm
Hatun tarafından eşi Şah Hümayun’un ölümü üzerine yaptırılan bu nadide
eser o kadar muazzam yapılmış ki ileride yapılacak olan Taç Mahal’e de
esin kaynağı olmuş.
Etrafı ağaç ve çiçeklerle donanmış bu eserin içerisinde Şah Hümayun’un kabrinden başka kabirlerde bulunuyor.
Çift kubbeli olan bu güzide eser dünya mirasları listesinde yer almaktaymış.
Taş
ve mermer işçiliğinin zirvede olduğu bu eserden ayrılıp otobüsümüze
yönelince, etraftaki seyyar satıcıların ısrarlı davranışlarından zor
kurtuluyoruz, yolumuz üzerindeki kobra yılanı ile gösteri yapan Hintli
ile birkaç fotoğraf çektirtirden sonra Müslüman nüfusun yoğun olduğu
Eski Delhi’deki Jama Camii’ne gidiyoruz.
Camiye gelmeden çevrenin Müslüman olduğu hemen anlaşılıyor.
Başlarındaki
beyaz takkeleri ile boyunlarını süsledikleri keçileri kurban edecek
olan Hintli Müslümanların görüntüleri bir hayli etkileyici.
Caminin biraz uzağında durup kalabalık içerisinde yürüdükten sonra merdivenlerden çıkıp caminin girişine geliyoruz.
İçeri ayakkabı ile başı açık, kısa pantolon veya etekle girmek yasak, içeride fotoğraf çekmek için para ödemeniz gerekiyor.
25.000 kişilik bu caminin iki minaresi ve üç giriş kapısı bulunuyor.
1656
yılında Şah Cihan tarafından yaptırılan bu caminin çok büyük bir avlusu
var, avlunun ortasında ise bir havuz bulunuyor, insanlar bu havuzun
suyu ile abdest alıyorlar.
Caminin kuzeyinde abdest alma yerleri olmasına rağmen sular akmıyor.
Caminin duvarları dualarla bezeli olup, üç kubbesi bulunuyor.
Yüksek bir konumda olan bu camiden, etrafın kalabalığı ve sefaleti rahatlıkla görülüyor.
Jama
mescidinden çıkıp, bayramın birinci gününün heyecanının yansıdığı
caddelerden geçtikten sonra, turistik eşyaların olduğu bir çarşıya
geliyoruz.
Kurban Bayramı olması münasebetiyle Müslümanların
dükkânları kapalı, iğneden ipliğe her şeyin satıldığı bu pazarı gezip
biraz alış veriş ettikten sonra buluşma yerimizde toplanıyoruz, bir anda
etrafımız para isteyen fakirlerle doluyor, hangi birine para
yetiştireceğimizi şaşırıyoruz.
Sigarasını sonuna kadar çeken
yaşlı bir Hintlinin bize baba diyip yardım istemesi farklı duygular
oluşturuyor, biraz ilerimizde caddenin tam ortasındaki bir avuç toprak
üzerinde yaşayan ailenin minicik çocuklarının yoksulluğun sınırlarını
zorlayan görüntüleri ise yürek yakıyor.
Bu manzaraları geride bırakıp Hindistan’ın bağımsızlığının mimarı Mahatma Gandi’nin yakıldığı yere gidiyoruz.
Çok
güzel bir yeşil alan içerisinde yürüdükten sonra Gandi’nin yaşamındaki
gibi sade ve fazla gösterişi olmayan mezarına geliyoruz.
Gandi bu yerde yakılmış ve külleri Ganj’a bırakılmış.
Siyah granitten yapılan bu mütevazı mezarın üzerinde Gandi’nin vurulduğu anda söylediği He-Ram “Aman Tanrım” sözleri bulunuyor.
Mezarın üzeri sarı, mor ve pembe çiçeklerle bezeli olup, yanında ise devamlı yanan bir ateş bulunuyor.
Hindistan için ulusal değeri olan Hindistan Kapısı’da Yeni Delhi’de görülmesi gereken yerlerin başında geliyor.
42m
yüksekliğinde olan bu kemerli kapının üzerinde, Afgan – Hindistan
savaşında İngilizler için ölen 90.000 askerin anısına yaptırılmış ve bu
askerlerin isimleri bu anıta yazılmış.
Bu 90.000 sayısını
görünce, ister istemez 1914 yılında Allah-u Ekber Dağları’nda Ruslara
karşı vermiş olduğumuz savaşta şehit olan 90.000 Mehmetçiğimizi
hatırlıyor, böyle bir anıtın onlar için neden yapılmadığını da
sorgulamadan edemiyoruz.
Sönmeyen bir ateşin de bulunduğu bu
anlamlı eserin etrafında çok geniş bir yeşil alan, park ve bahçeler
mevcut, ziyaretçisi ise bir hayli fazla.
Hindistan’da son günümüz
olduğundan programımız oldukça yoğun bir tempoda akıyor, rehberimiz
Ahmet Ensari güzel İngilizcesiyle araçla bizi parlamento binasının
olduğu yere götürüp, buralar hakkında bilgiler veriyor.
Çok geniş caddelerin olduğu bu muhit gerçekten Avrupai bir görüntüde temiz ve bakımlı.
Büyük
caddelerden birine Mustafa Kemal Atatürk isminin verildiğini
söylediğinde, bir hayli gururlanıp, ölümünün 74. yılında Gazi Paşa’mızı
rahmet ve minnetle yâd ediyoruz.
Son durağımız 27 Hindu tapınağının üzerine kurulmuş ve dünyanın en yüksek minaresinin olduğu Kutup Minare’ye geliyoruz.
1193
yılında Gutbettin Aybek tarafından yaptırılan bu cami, önceleri burada
bulunan tapınakların taşları kullanılarak yapılmış ve Hindistan’da
yapılan ilk camiymiş.
Büyük bir kısmı yıkılmış olan bu caminin minaresi 72,5 metre boyunda olup, minareye 379 basamakla çıkılıyormuş.
Cenabı
Hakk’ın 99 isminin yazılı olduğu bu minare, gerçekten Türk – İslam
kültürünün en güzel ifadesi olarak gelen turistleri kendine hayran
bırakıyor.
Yoğun bir ziyaretçi trafiği var, caminin kalıntıları arasında bir Sih’le birlikte fotoğraf çektiriyoruz.
Caminin
avlusunda demir bir sütun bulunuyor, inanışa göre elleri arkada olmak
şartıyla bu demir sütunu kavrayanların dilekleri kabul edildiğine dair
bir inanç var.
Hareketli bir günün ardından otelimize erken
varıp, yemeğimizi acele yedikten sonra Hindistan’daki son saatlerimizi
“Kingdon of Dreams” denilen kültür vadisindeki Zangoora isimli üç saat
süren muhteşem oyunu izliyoruz.
Bu kültür vadisinin girişinde büyükçe bir fil maketi bulunuyor, kapının önünde büyükçe davullarla gösteri yapan bir grup var.
İçerisi
çok büyüleyici, vadinin üzerini mavi gökyüzü şeklinde yapmışlar, akşam
karanlığı olmasına rağmen kendinizi gündüzdeymişsiniz gibi
hissediyorsunuz.
Hemen sağ tarafta Hindistan’ın o meşhur rengârenk kamyonlarından bir örnek duruyor, gelenlerin çoğu burada fotoğraf çektiriyor.
Merdivenlerle üst kata çıkıp oyunun sahnelendiği salona girdiğimizde, balkondan oyunu izleyeceğimizi anlıyoruz.
Çok zengin bir sanatçı grubunun oynadığı bu otantik oyun gerçekten büyüleyici.
Sahne
dekoru, kostümler, ışık oyunları mükemmel, teknolojinin tüm imkânları
cömertçe kullanılmış, Hindistan’a özgü bu oyun bitip sahne kapanınca,
bizimde Hindistan gezimizin perdesi kapanmış oldu.
Otele varıp
birkaç saatlik bavul toplama seansından sonra sabah 2,5’da aracımıza
binip rehberimizin “Bu ülkeye giriş kolay oluyor, ama çıkışta biraz
zorluk gösteriyorlar” tarzındaki bilgileri alıp, Y. Delhi Havaalanı’na
geliyoruz.
Müge kızımızın dediği gibi, biraz insanı tedirgin eden
ve uzun süren işlemlerden sonra Free Shop’a geçip cebimizdeki son
rupileri de harcayıp, saatimiz geldiğinde uçağımıza biniyor ve dünyanın
incisi İstanbul’a erken saatlerde geliyoruz.