Siyasetçiyi eleştirmek...

Her ne kadar kendisi “asla böyle bir şey olmamıştır” dediyse de, şuyuu vukuunu geçti misali, senelerdir tekrarlamaktan bıkmadığımız bir Demirel hikayesi vardır hani... Son zamanlarda, “sahipsiz memleket” ya da, “siyasi temsil gücümüz yok” şeklinde artık nakarat haline getirdiğimiz serzenişlerin artması bize, birinci elden tekzip edilen o meşhur hikayeyi hatırlattı.

Demirel, başbakandır. Ankara’ya illerden heyet akını var. Öyle ki, aşırı kalabalık sebebiyle Demirel birkaç ilin heyetini birlikte içeriye alıp, dertlerini yahut taleplerini dinliyor. Böyle bir ortamda, özel kalem müdürü Başbakan’a, “Efendim Erzurum heyeti beklemekten ötürü huysuzlanmaya başladı; ne yapalım?” diye soruyor. Huysuzluk etmenin siyasi literatürdeki karşılığının çoğu kez “partiden istifa” şeklinde tezahür ettiğini iyi bilen Demirel hemen talimat vermiş:

“Erzurum heyetini derhal içeri alın. Onların işi uzun sürmez. Çünkü ya valinin tayinini, ya da bir bölge müdürünün sürülmesini isterler. Nasıl olsa yatırım veya fabrika istemiyorlar.”

Demirel, Cumhurbaşkanı iken geldiği Erzurum’da, kendisine bu hikayeyi hatırlatıp, “Efendim

Gerçekten böyle mi demiştiniz?” diye sormuştum, Vali’yi ziyareti sırasında...

Madem ki, bugüne kadar birisi çıkıp, “Ben o heyet içerisindeydim ve söylendiği gibi bu hadise gerçekleşmiştir” demediğine göre, yani aksinin ispatı mümkün olmadığı için, Demirel’in “Hayır; öyle bir bakışımız asla olmadı. Öyle olsaydı, Erzurum’daki bu kamu yatırımlarında bizim harcımız, bizim mührümüz olur muydu hiç?”şeklindeki cevabını “esas” almak zorundayız.
Fakat ne var ki, bazı hadiseler gerçeğin aksine tevatür olarak dilden dile, yıllardan yıllara geçiyor. Erzurum halkı olarak, galiba biraz da “şoşartma”yı seviyoruz. Baksanıza son yılların “siyasi temsil gücümüz yok” biçimindeki moda söz, öylesine “genel kabul” görmüş ki, gazete sayfalarının dışında, sanal ortamda da sihirli sözcük gibi, şifre açıp şifre kapatıyor!

Erzurum’un, sosyal, ticari, siyasi ve de kültürel açıdan olması gereken yerle, bulunduğu noktayı mukayese etmek ayrı şey, her olumsuzluğun karşısında tüm faturayı iktidara kesmek başka bir şey... Daha açık bir ifadeyle, şehir halkı olarak tüm beceriksizliğimizi, çukuruna düştüğümüz atalet illetini, birbirimizin kanını emsek doymayacağımız düzeydeki kıskançlığımızı ve korkaklığımızı saklayıp, karanlıkta ıslık çalan adam misali, sabahtan akşama kadar siyasete sövmeyi bir meleke haline getirdik.

Elbette, siyaset mekanizmasının eleştirilecek ve sorgulanacak tarafları var. Erzurum milletvekillerini tek tek ele alıp, seçildiklerinden buyana ne yapıp ne yapmadıklarını irdelemek hem basının hem de kamuoyunun hakkıdır. Ancak toptancı bir mantıkla, “sahipsiz memleket” deyip işin içinden sıyrılma çabası, kendi sorumluluğumuzu ortadan kaldırmaz.

Nedir bu “sahipsiz memleket” kavramının zamirinde yatan gerçek? Ve ya “Erzurum’un siyasi temsil kabiliyeti çok zayıf” derken, neyi murat ediyoruz?

Sandık başına gittiğimizde, sebze halinden kasayla domates alır gibi, parti tutuyoruz. Sanki yüzlerce renk yokmuşçasına, siyah-beyaz arasında gidip geliyoruz. Dikkat ediyor musunuz son dört dönemdir toptancı bir mantık içersindeyiz.

“Birileri gelir bizi kurtarır” anlayışı ile rey kullanıyoruz. Sonra da, bir türlü o “kurtarıcı” gelmeyince, başlıyoruz feveran etmeye... Halbuki, şapkamızı önümüze koyup, “Bireysel sorumluluklarımız nedir, bir seçmen olarak nelere dikkat etmeliyiz, şehrimizin sorunlarını en iyi kim biliyor ve çözüm önerileri akla uygun mudur? şeklinde bir soru sormuyoruz kendi kendimize...

İşler sarpa sarınca da , “vur abalıya” ediyoruz.

Hele kerameti kendinden menkul bazı tipler var ki, aman Allah’ım; sanırsınız kendisi işini bihakkın yapan kişidir, o yüzden siyaset makamını gönül rahatlığıyla eleştiriyor. İçi boş, anlam fukarası kalıplaşmış laflarla Ankara’ya vurmak, bize bir mesafe aldırmıyor.

Tamam... Siyaseti de, hükümeti de, sistemi de eleştirelim... Ama ne olur biraz da iğneyi kendimize batırmasını bilelim artık...

Bu şehrin tüccarı, sivil toplum önderleri, aydınları, yazar -çizerleri ve önde gelenleri halkın önüne çıkıp, vicdan rahatlığıyla “bizler görevimizi layıkıyla yaptık” diyebilirler mi?

Mutlak “ret” yahut mutlak “kabul” çizgisinde değiliz. Elinden gelenin fazlasını da yapanlar var, sırtüstü gelip yatanlar da...

Bu şehrin eli kalem tutan, söyleyecek sözü olan insanları olarak, önce şu kalıplaşmış içi boş sloganları terketmeliyiz. Sonra da, “senin davan, benim davam” şeklindeki nefsi kavgayı bırakıp, kriz histerisi bataklığından çıkmalıyız. Kurtuluş, “ortak akıl kavşağı”nda buluşmakta saklıdır.

Madem ki, “iki el, bir baş içindir” ise, işte; el de bizde, başta bizde...

İnanın ki, gerisi lafı güzaftır.

Kimbilir belki de Demirel nezaketinden “yok öyle bir şey” diyordur. Baksanıza bugün olmuş biz Erzurumlular hala müdür sürgünleriyle meşgulüz. 
Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.