Utanç haritasındaki yerimiz...

Ne “bozuk süt” vakası, ne de CHP’yi dut gibi sallayan “Gürsel Tekin istifası”, Türkiye’de hızla tırmanan “şiddet” olaylarını tali dereceye düşürmeyi başaramadı.

Dün basında, “Türkiye’nin utanç haritası” başlığıyla, resmi verilere dayanılan bir istatistik yayımlandı. Buna göre şiddet, ülkemizin “en öncelikli sorunlar” listesinde başa güreşiyordu!

Tabii ki o araştırma içerisinde, Erzurum da vardı.

Dikkatlice inceledik.

Gördüğümüz kadarıyla, “pek iyi”lerle dolu değildi belki, ama bol “zayıf”lı bir karne de değildi.

Bilecik, Elazığ, Isparta, Kahramanmaraş ve Bartın gibi iller bizden çok çok fena halde olmalarına karşın, biz; “şiddet olaylarında düşüş yaşanan” iller kategorisindeydik.

Galiba sevinmemiz gereken bir durum.

“Erzurum’da şiddet yoktur” denmiyor, “Erzurum’daki şiddet olayları, bir önceki döneme göre düşüşe geçmiştir” şeklinde yazıyor.

Dolayısıyla biz de, sütten çıkmış ak kaşık değiliz hani…

Zaten aksi yazıyor olsaydı şaşardık. Zira Erzurum’da yaşanan şiddet olaylarına, birebir tanık olmaktayız, sizler de bizlerin verdiği haberlerle olup bitenleri öğreniyorsunuz…

Kuşkusuz ki şiddetin her türü, aslında insanlık suçu sayılacak bir utançtır. Fakat şiddette en baskın görüntü, kadına dönük olanı…

Erzurum’da da manzara bu… Yani şiddete en çok maruz kalan kesim, kadınlarımız…

Son zamanlarda şiddet haberlerinin medyada baş köşeye oturması, her ne kadar hükümet adamlarını rahatsız ediyor olsa da, aslında bu, yıllar yılı ihmal edilmiş bir sosyal yaranın artık oluk oluk kanadığının görülmesinden başka bir şey değildir.

Medya bu olayları görmese veya tek sütuna verse, bu tavır ülkede şiddet olaylarının olmadığı anlamına mı gelirdi?

-Hayır…

Çünkü şiddet hayatın tam göbeğinde ve ha bire parmağını gözümüze sokup duruyor.

Medya başını çevirse ne yazar ki…

Bir dönem İnsan Hakları Kurulu’nda aktif görev yaptım. Oraya yapılan başvurulardan da biliyorum ki, Erzurum gibi muhafazakar bir şehirde bile kadına ve çocuğa dönük şiddet, hiç de vaka-i adiyeden sayılacak türden değildi.

Eskiden çocuklar zaten yedikleri dayakla kalıyordu; kadınlar ise, kol kırılır yen içinde diyerek kırılan kafası, moraran gözüyle acısını kalbine gömüyordu.

Şimdi durum çok değişti.

Devlet artan şiddet olaylarının önüne geçemiyor belki, ama o şiddet olaylarının adli makamlara iletilmesi ve yasal işlem yapılması hususunda, mağdurlar üzerinde ciddi bir güvence oluşturdu.

Artık kadınlar biliyor ki, yediği dayakla susup oturmak zorunda değil.

Yapılan yeni düzenleme, hem adli makamları, hem de kolluk kuvvetlerini önlem alma noktasında birinci derecede sorumlu kılıyor.

Yani bundan böyle şöyle bir haber okumayacaksınız:

“Filanca kişi kocası tarafından ölümle tehdit edildiğini polise bildirmesine rağmen, kimse önlem almadı. O filanca kişi, kendisini tehdit eden falanca kişi tarafından sokak ortasında bıçaklanarak öldürüldü.”

Yeni düzenlemede diyor ki, “… gerekli önlemleri almayan adli ve idari makamlar sorumludur”

Birkaç ay içinde, Erzurum’dan tam dokuz kadın imzalı başvuruda bulunmuş:

“Kocam tarafından şiddete maruz kalıyorum”

Bundan önce o kadın, o şikayetinden ötürü kocası tarafından “vay sen misin beni devlete şikayet eden” diye ya ölümüne dövülürdü, ya da bıçaklanarak öldürülürdü. Şimdi durum değişti: O mağdur kadının dilekçesi ilgili makama ulaşır ulaşmaz, devlet gerekli tedbirleri alacak ve gözü dönmüş o manyak koca, karısına bir fiske dahi vuramayacak.

Olması gereken tam da buydu…

İki cihan güneşi sevgili Peygamberimiz buyuruyor ki, “Dinin şerefi adalettir”

Bir devlet düşünün ki, kendisinden “medet” dilenen bir vatandaşını, bir caninin elinden alamıyorsa, o devlet ister ülkesindeki tüm yolları altından kaplasın, isterse binalarını gümüşten yapsın ne çıkar…

Orada bir kadın, “…imdat kurtarın, kocam beni öldürecek” diyor ve devlet üzümün çöpü, armudun sapı hesabını yaparken, katil infazı gerçekleştiriyor!

Siz söyleyin o devlet, Karun kadar zengin olsa kaç kuruş eder ki…

Malumunuz eski çağlarda Firavun gücü ve acımasızlığı, Karun zenginliği, belam da o zalimliği ve ahlaksız zenginliği kutsayan zümreye denirdi.

Bugünlerde yazar İhsan Eliaçık’ın sık aralıklarla vurguladığı bu üçleme, aslında günümüzde de bir şekilde yaşamaktadır.

Şiddet, işte bu üçlemenin zavallı bir temayüzüdür.

Şiddeti gerçek manada anlıyorsak eğer…


Sayıl Narmanlıoğlu’na cevabımdır:

Ben sana yazımda, “gazeteci Sayıl Narmanlıoğlu” diye hitap etmiştim. Fakat bana yazdığın cevapta gördüm ki sen bana, “gazeteci” demeyi, putlaştırdığın nefsine yediremediğin için, Mehmet Şener diye hitap etmişsin. Olsun, ben bunu bir hakaret olarak görmedim. Zira bendenizin adı, tam da senin dediğin gibi Mehmet Şener’dir.

Neyse gelelim asıl meseleye…

Ben sana “Sayıl abi” diye hitap etmeyi tercih ediyorum, çünkü aldığım terbiye bunu vaaz ediyor.

Yahu, benim o yazımı nasıl başka bir yerinden anlamayı başarmışsın ve beni “araştırmadan yazmak”la suçlamışsın doğrusu şaşırdım.

Adam, “Ben 12 Eylül 1980’de askeri cezaevi müdürüydüm” diyor. Haydi sen bana söyle,  o tarihte, askeri cezaevlerinde tam olarak ne oluyordu?

Yani bi şekilde yolu o cezaevine düşenlere, lokum ve gül kolonyası mı ikram ediliyordu, yoksa elektrikli işkence, çelik cop, bol hakaret ve küfür mü?

İki pırpır bir astsubay bile bir kişinin ocağını söndürebiliyordu. Çünkü darbe olmuştu, çünkü darbede hukuk olmazdı.

Senin öve öve göklere çıkardığın o müdür ise, subaymış, hem de hapishane müdürü bir subay… O tarihte mahpus olmuş birine bir sor bakalım ki, darbe döneminin hapishane müdürü ne demektir.

Bir ağabeyimiz anlatmıştı. O günlerde Karskapı Askeri Cezaevi’nde yatmakta olan bir tutuklu için, ailesi tarafından gönderilen parayı o tutukluya götürmek istemiş. Görevli astsubay gerekli işlemleri yapıp parayı almış ama biraz sonra, bir asker gelerek o ağabeyimize, “seni komutan istiyor” (yani cezaevi müdürü; yani Sayıl Narmanlıoğlu’nun asrın kahramanı ilan ettiği zat) demiş. Ağabeyimizi alıp komutanın odasına götürmüşler. Komutan, burnundan kıl aldırmayan bir darbe zaptiyesi… Bağırıp çağırmış, niye bu adamlara ( o adamlar ülkücülerdir) para getirdin, şimdi seni de onların yanına atayım da gör” demiş.

Sen de haklısın be Sayıl abi… Sen bu işleri nereden bileceksin ki? Bu işler ne senin fikir iklimine uyar, ne de siyaset dünyana… Haklısın; zannediyorsun ki, dere ıssız tilki bey…

Fakat ben seni, o günleri okumuş ve yaşamış olanlardan dinlemiş olduğunu zannediyordum.

Bu sebeple…

“Ben bilmiyorum” diyecek halin yoktur herhalde; o kadar Fransız da değilsindir, demem bu yüzden…

Yahu adam kendi ağzıyla söylüyor: “Ben işkencehanenin başındaydım”

Sen kalkmış bana masal anlatıyorsun…

Sayıl abi, Erzurum bir avuç büyüklüğünde bir şehirdir. Hani aklınca beni “ti”ye almış, hatta “yorumlar” bölümünde kimi dangalaklara bana sövdürmüşsün ya… Akıllı ol… O işler seni fersah fersah aşar… Bu memleket kimin kaç karatlık gazeteci olduğunu bilir. Ben şimdi kalkıp da seninle, “senden daha iyi gazeteciyim” diye, sidik yarışına girmem. Senin buna ihtiyacın varsa o, bahsi diğer…

Fakat dinle beni Sayıl abi…

Ben diyorum ki, “… 32 yıl önce askeri cezaevinin müdürlüğünü yapmış bir zat, nasıl olur da kendisini o günlerde işkence görmüş insanların sorumlusu olmaktan sıyırmak ister?”

Evet sorduğum ve itiraz ettiğim husus bu kadar net’tir…

Sen ise, almış meseleyi bambaşka mecralara taşımışsın, yok ben hangi ortamlarda yazmışım filan…

Sayıl abi, sen benim ne yazdığıma bak, hangi ortamda yazmam seni niye ilgilendiriyor ki…

Üstelik de benim yazdığım ortam, çok açık ve berraktır. Palandöken Gazetesi, Mehmet Şener’in odası…

18 yıldır aynı odada yazıyorum ve 18 yıldır yazdıklarım da ortada…

Ya senin ortamın? Söyler misin, sen kimin adına kılıç çekiyorsun?

Niye 12 Eylül işkencelerini böylesine ateşli biçimde savunmak zorunda hissediyorsun kendini?…

Hoş o gün askeri bir personel olmadığını biliyoruz.

Amacın nedir, neyi murat ediyorsun bilmiyorum…

Lakin:

Senin de dediğin gibi, tabi ki herkesin fikrini söyleme özgürlüğü olmalıdır.

İkimizin arasındaki fark ise şudur:

Yazından anladığım kadarıyla, sen işkencecileri ve darbecileri kutsuyorsun; ben ise, o herifleri eleştiriyorum; üstelik de bugün konjöktürel olarak değil, otuz yıldır eleştirdiğim gibi...

28 Şubat Süreci’nde de aynısını yapmıştım.

Seni bilmem ama bugün demokrasi havarisi kesilen kimi dümbeleklerin kaçacak delik aradıkları sıralarda ben, o günün en kudretli generali Osman Özbek’e, “… Seçilmiş bir başbakana hakaret edemezsin, eğer illa da siyaset yapmak istiyorsan, üzerindeki o üniformayı çıkar, arenaya gir” diye yazmış, bu yazımdan ötürü de DGM’de yargılanmışım.

Sen o günlerde acaba ne yapıyordun?

Sayıl abi, bir şey diyeyim mi sana?

Hani demişsin ya, “… Mehmet Şener’in yaşı o günleri bilmesine müsait değildi” diye…

Haklısın; ben de zaten yazımda, “12 Eylül 1980’de işkence gördüm” diye yazmamıştım, çünkü ben işkence görmedim.

Fakat Sayıl abi, o günlere dair o kadar işkence gören adam tanıdım ki, inan ki o adamları sen bir tanısaydın, zaten timsah gözyaşı dökenleri kutsamazdın.

Ha çok da merak ediyorsa ara beni, sana isim isim vereyim. 1980’de Karskapı’da askeri cezaevinde elektrik verilen Erzurumluların listesini…

Hani senin “savaş kahramanı” olarak ilan ettiğin müdürün, görevi sırasında…

Gerçi sen bu işkence meseleleriyle ilgilenemeyecek kadar meşgulsün ama!

Bir de diyorsun ki, “bu kaçıncı döndüğün” veya buna benzer bir ifade…

Ne söylemeye çalışmışsın doğrusu anlamadım…

Fakat sana şu kadarını söyleyeyim:

Herkes çapına uygun işlerle uğraşsın. Mehmet Şener’in otuz yıla yaklaşan meslek hayatında yaptıkları ortada… Sen ve senin gibiler kafalarını kuma sokup, üç maymunu oynadığınız zaman biz ise, bu şehir için gövdemizi taşın atına sokmuştuk.

Tıpkı bugün de olduğu gibi…

Hoş sen de biliyorsun ama illa da, “hayır ben duymadım” diyorsan, aç gazete arşivlerini ve bir de mahkeme zabıtlarını oku; eğer yüreğin tutarsa…

Ben senin, “işkencecileri savunma” hakkını da savunuyorum; bu, senin ve senin vicdanının meselesidir, beni ilgilendirmiyor. Benim sana itirazım, işkencecileri “kahraman” olarak takdim etmendir.

Bilmem anlatabildim mi?

Tamam, senin söylediğini doğru kabul edelim. Tut ki bir adam Kıbrıs’ta savaştı ve gazi oldu bu, o adamı günah ve suçtan muaf mı kılar?

Belli ki Vietnam filmi çok izlemişsin.

Ya da; son zamanlarda çocuk parkları yapma işlerine fazla dalınca büyükler gibi düşünmeyi unutmuşsun…

S
evgiler Sayıl abi… 
Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.