Âkif büyük şair, inanmış adam!..
“Gitme ey
yolcu, beraber oturup ağlaşalım
Elemim bir yüreğin karı değil, paylaşalım” ;
diyerek, içindeki büyük mateme daha bunun gibi
nice yürek delici, hicran artırıcı mısralarla kayıt düşen büyük şair; bir ölüm
gününde daha, sevenleri, okuyanları ve şiirlerini şerh edenler tarafından
yadedildi. Sağlığında; istiklal marşı
gibi bir anıt şiiri, bir milletin ölüm kalım meselesini anlatan destan şiiri ve
daha nicelerini yazmasına, konuşmalarıyla; artık izmihlalimize inanan;
yıkıldık, mahvolduk, artık bir daha ayağa kalkamayız, bundan sonra
düşmanlarınızın elinde ebedi olarak esir yaşarız diyip, büyük bir inkisara
gömülenleri yeniden ayağa kalkabileceğimize, yeniden dirilip bu topraklar üzerinde hür ve bağımsız
yaşayabileceğimize inandıran millî şairin (Birilerinin bu nitelemeye itirazları
olsa da; 27.12.2009 tarihinde, Yazarlar Birliği Erzurum Şubesi olarak
gerçekleştirdiğimiz şairi anma toplantısında, o güzel tavrı ve tarzıyla şairi
anlatan Yrd.Doç.Dr.Tacettin Şimşek dostumuz; buna en güzel cevabı verdi: Birileri
bu nitelemeye bazı gerekçelerden dolayı katılmasa da o bizim gözümüzde millî şairdir.)
sağlığında kadrini bildiğimiz pek söylenemez. Nasıl olsa bizde değer çok ve
durmadan yenilerini yetiştiriyoruz ya! Nasıl olsa onların bıraktığı boşluklar,
onlardan daha iyileri tarafından dolduruluyor ya! Ne gereği var kıymet
bilmenin, yaşarken anlamanın ve gereken değeri vermenin… Aslında öyle
olmadığını ve gidenin yerini dolduramadığımızı çoğumuz biliyoruz. Ve ne yazık
ki; on altıncı yüzyıl divan şiirinin
en kudretli temsilcisi olan Bakî bile bu durumdan şikayetçiydi ve Kanunî Sultan
Süleyman gibi bir büyük padişahın; "Bakî
gibi büyük bir kabiliyeti bulup ona mevki vermeyi padişahlığımın en zevkli
hadiselerinden biri telâkki ediyorum." demesi bile onu teselli
etmemişti. Onun için de; “Kadrini seng-i
musallada bilip ey / Bakî durup el bağlayalar karşına yaran saf saf.”
diyerek, değerinin ancak öldükten sonra hakkıyla bilineceğine vurgu yapıyordu.
Mehmet
Âkif’in şiirlerini okurken, karakterindeki coşkunun, vefanın, merhametin,
dürüstlüğün ve mertliğin, sadakat ve tevazunun ve de bunun gibi daha birçok
insanî vasfın farkında olmamak ve bütün bunları sadece yazmadığını; aynı
zamanda, en derin ve katı şekliyle kendinde tatbik ettiğini görmemek mümkün mü?
Ve bu durum öyle bir seviye arzediyordu ki; onu sadece dostları değil, onların
dışındaki herkes takdir ediyordu.
Hem
zaten bir kişiyi sadece dostlarının takdir etmesi yetmez; düşmanlarının,
sevmeyenlerinin ve karşıtlarının da onun hakkında övücü sözler sarfetmesidir; o
kişide ki güzelliğe dikkatimizi çekecek olan…
İşte o kişilerden biri olan Nazım Hikmet; Mehmet Âkif’in
inandıklarına inanmasa da; onun
için “Bilmem nasıl anlatsam,
Âkif büyük şair, inanmış adam ” demekten geri durmuyor. Gerçi bu bölüm daha
sonra bazıları tarafından sansürlenmiş. O da ayrı bir hikâye… Konuyu merak
edenler; Haluk Oral'ın Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları arasında çıkan “Şiir Hikâyeleri” adlı kitabına
bakabilirler. Yine de biz kısaca aktaralım:
“Nâzım; 1939 yılında İstanbul Tevkifhanesi'nden başlayıp 1940 yılında
Bursa Hapishanesi'nde bitirdiği destanının bir bölümünde Nureddin Eşfak’ın
ağzından Âkif hakkında iki defa "Büyük şair!" diyor; önce "Âkif
büyük şair/ İnanmış adam", sonra "Âkif inanmış adam / Büyük
şair"... İnanmazsanız, 6 Kasım 1946 tarihli Ses mecmuasında Kurtuluş
Savaşı Destanı'nın "Destan" adıyla yayımlanan bölümüne bakınız;
kitapta kupürü var. Daha da önemlisi, Haluk Oral aynı şiirin Nâzım'ın el
yazısıyla bir nüshasını da bulmuş; "büyük şair" yerli yerinde... 1965
yılında Memet Fuat tarafından yayına hazırlanarak Kuvay-i millîye adıyla kitap
olarak yayımlanan metinde ise uçuvermiş. Sonraki basımlarda da yok...
Haluk Oral, söz konusu mısraın Nâzım
Hikmet'in arzusuyla çıkarılmış olma ihtimalini de göz ardı etmemiş ve
araştırmış. Vardığı kanaat, sansürün Nâzım tarafından değil, Âkif'e büyük şairliği
yakıştıramayanlar tarafından yapıldığı... Çünkü Nâzım, yurt dışına çıktıktan
sonra birçok şiirini bizzat seslendirmiş. Önce 45'lik plak, daha sonra kaset ve
CD olarak Türkiye'de de yayımlanan bu kayıtlarda, Kurtuluş Savaşı Destanı'nın
yazımıza konu olan bölümü var.” ( Beşir AYVAZOĞLU, Bir sansür hikâyesi, 22 Ocak 2009, Perşembe-Zaman)
Gerçi;
onun inandıklarına şüpheyle yaklaşanların, onu bu kelimelerle nitelemesi ya da
nitelememesi Âkif’in büyüklüğünden bir şey eksiltmez. Ancak; bunun da önemli
olduğunu unutmayalım.
İnanmış
ve inandıkları uğruna hayatını vermiş bir karakter abidesi, bir örnek insan o… Aslında,
“Asımın Nesli” diyerek, milletinin
çocuklarına olan umudunu hiçbir zaman kaybetmeyen büyük şair, bunun için
inandıklarından zerrece taviz vermeyerek hayatını sürdürmüş, gelecek nesiller
için kendini ortaya koymuş ve onlara örnek olacak şeklide yaşamıştır. Belkide
şiirlerini yaşatan ve geleceğe taşıyan, ondaki samimiyet, karakterindeki yükseklik ve
ruhundaki asalettir. Orhan Okay hoca; onu anlattığı kitabın adını; “Mehmet Âkif; Bir Karakter Heykelinin
Anatomisi” koyarken, işte bu yönüne dikkat çekiyordu.
Mehmet
Âkif; bugün de millet olarak muzdarip olduğumuz, ilerlememizi ve çağa uygun
nesiller yetiştirmemizi engelleyen dertlerin ne olduğunu o günden görmüş ve bunları
veciz bir şekilde şiirlerinde dile getirmişti. Cahilliğe düşmandı ve
insanımızın kendi işlerinden çok, başka işlerle uğraşmasından büyük üzüntü
duyuyordu.
Berlin'de
bulunduğu sıralarda, orada görevli bulunan askeri ve sivil aydınlarımızla da
sohbetler eder, ancak onlara bakarak da geleceğimiz adına ümitlenemez... Çünkü,
aydınlarımız sahaları dışındaki işlerle meşguldürler. Âkif Merhum'un ifadesiyle,
durum hiç de iç açıcı değildir. Zira;
Berlin'deki Büyükelçimiz, Kur'an-ı Kerim tefsiri yazmaya çalışıyor ve
Büyükelçilik İmamı ise, politika ile uğraşmaktadır.
Ayrıca
cehalet almış başını yürümüştür ve pek az kimse, onu altetmek için ciddi bir gayret
içindedir ki; bu da yeterli değildir. Buna benzer örnekleri günümüzde de
görebilirsiniz. Bugün geldiğimiz noktada da; üniversiteden mezun gençlerimizin
sayısı her geçen gün artmasına rağmen, ne yazık ki, geleceğimizi inşa etmemiz
için çok ama çok gerekli olan değerler gün geçtikçe ufkumuzdan uzaklaşmakta,
onların yerini toplumumuzu dumura uğratan boş işler almaktadır. Sanatta,
edebiyatta, kültürde, yaşantıda, sosyal davranışlarda bugün geçmiştekinden ne
kadar ilerdeyiz; sorusu ciddi olarak sorgulanmalıdır.
Âkif
Bey, Berlin'in caddelerini, sokaklarını, demiryollarını, trenlerini, dükkânlarını,
kahvehanelerini inceler... Çok dikkatli bir gözlemcidir. Gördüklerinden şu
sonuca varır. "Bizim kıymetini
bilmeyerek küstürdüğümüz İslâmî güzellikler, Almanya'ya hicret etmiş... Onların
faydasız görüp kovduğu kötülükler de bizim sınırlardan içeri sızmış..."
Çalışkanlık,
planlı programlı yaşamak, temizlik, birlik beraberlik oralarda görüp de takdir
ettiği ve hasretlendiği güzelliklerden bazıları idi... İstanbul'a döndükten
sonra, "-Almanya'yı Almanları nasıl
buldun?” sorusuna verdiği cevap, yaşadıklarını ve gördüklerini özetlemesi
açısından muhteşemdir:
"- İşleri dinimiz gibi, dinleri işimiz gibi..."
O
gün için İslâm toplumlarını bizim temsil ettiğimiz düşünülürse; bu cevapta
ortaya konan teşhis; bu dairenin içindeki bütün milletler için geçerlidir ve
günümüzde de bu anlamda fazla bir ilerleme kaydettiğimiz söylenemez. Zira hâlâ tedavi
de bocalamaktayız ve birbirinden farklı onlarca tedavi şeklini deneyerek bir
yere varılamadığı da ortadadır.
İstiklal
Marşımızın şairi, büyük insan Mehmet Âkif Ersoy’u, bir vefat yıldönümünde daha;
rahmet ve minnetle anıyoruz.