Erzurum Haber Girişi : 23 Ağustos 2009 20:26

Bir Özge Zaman: Ramazan...

Bir Özge Zaman:  Ramazan...
Bir Özge Zaman: Ramazan..

Sahur… Geçmişten bir kesit…


Pencereden ışık sızıyor. Sokak lambasının ziyası odanın içini aydınlatıyor. Tabanı, tavanı ve duvarları dolduran gölgelerle yüklü bu görüntünün ruhumda oluşturduğu lahuti derinliği bozacağı endişesiyle elektriğin düğmesine elim gitmiyor. Sahur vaktinin bitip, sokak pencerelerinin bir bir karanlığa gömüldüğü bu saatlerde, kulaklarımda babamın sesi yankılanıyor. Yataklarına henüz girmiş ev halkına aşağıdan sesleniyor:
         “-Niyet etmeyi unutmayın!”

Her gece bu tembihi mutlaka yapardı rahmetli… Çünkü, sahura kalkmak niyet sayılsa da, idrakle, bilinçle o günkü oruca niyetlenmenin fazileti başka… İşte bu sebepten, sahurumuzu yapıp yataklarımıza koştuğumuzda, bir ay boyunca her gece bu hatırlatmayı yapardı. “Baba tamam, her gece bunu söylemene gerek yok artık.” deseydik de; o yine senelerin verdiği alışkanlıkla bu seslenişini devam ettirirdi. Ve bunu; beraber olduğumuz süre boyunca hep yaptı. İyi de etti; zira bizim de zihnimize kazındı bu işin önemi ve şimdi biz de çocuklarımıza hatırlatıyoruz bunu…

         Bir başka zamanın, bir başka tavrın ve duruşun sahibi olarak hafızamda yereden babamdan bu konuda ne miras kaldı bana ve bunun ne kadarını yapabiliyorum, böylece onu manen ne derece yaşatabiliyorum diye, ara sıra kendime sorarım. Meselenin uygulama boyutunda çok fazla başarılı olamadığımı görmek, beni rahatsız ediyor ve bir duruş sergileyerek hayata katkıda bulunmanın zorluğu karşısında irkiliyorum. Benimle ve cemiyetle yakından ilgili bu sürükleniş, korku salıyor yüreğime ve gelecek günlere, o günlerde yaşanacak ramazanlara bu eksilenlerin aynasında bakınca; hüzünleniyor, sonrasında derin bir nefes alarak rahatlamaya çalışıyorum. En iyisi; gerçeği hakkıyla bilene tevekkül etmek… Böyle bir düşüncenin içinden başka türlü çıkılmıyor yoksa…

         Dedeyle, babayla, anneyle, kardeşlerle ve evin diğer fertleriyle yer sofrasına oturulan o sahur gecelerinde, herkesten önce kalkıp hazırlık yapmak ve daha sonra da onları kaldırmak olarak özetleyebileceğimiz bu durumda en büyük sıkıntıyı anneler yaşardı ve bugün de yaşıyorlar. Rahmetli annem, içimizde sahura kalkmakta zorlananları, hiç üşenmez; merdivenleri çıkarak, bir değil birkaç defa çağırır, bu arada uykunun verdiği sersemlikle söylenen; “ Hadi ana sen git, geliyorum.” sözlerine itibar etmez, kaldırıncaya değin uğraşırdı. Nerdeyse bir ramazan boyunca cereyan eden bu hâl, bazen dedemi, seksenine merdiven dayamış Hacı Sabit’i çileden çıkarır, bağırtırdı:

-Kızım Gülsüm; bırak yeter, yoruldun. Sahursuz oruç tutsun da görsün gününü.

         O zamanlar “gününü görmek” demek, bugün kırkını aşmış olanların bildiği gibi, on altı, on yedi saate yakın aç, susuz durmak demekti. Yazın o uzun günlerinde vakit geçmek bilmediğinden, kitap okumak, gezip dolaşmak ya da iftara iki saat kala sinemaya gitmek, ilk gençliğimizde yaptığımız işlerden bazılarıydı. Evin ihtiyaçlarını almaya gönderilmek de işin başka faslıydı.

         Bir bahçenin içinde evli ağabeyilerimizle birlikte oturduğumuz geçmişin ramazanlarında, uyanamayıp, sahura kalkamamışsak, bu hepimiz için geçerliydi. Zira uyanan olursa, diğerlerini de uyandırmak gibi bir görevi vardı herkesin… İlk gençlik çağlarımızı yaşadığımız o yıllarda (70’li yıllar), bizim için iftar bir türlü gelmek bilmezdi. Zaman yavaş yavaş ilerlerdi adeta… Halbuki şimdi öyle mi; sanki dört nala kalkmış bir atlı gibi hızla geçip gidiyor yanımızdan… Bu geçişten ne yakalayabilirseniz, sizden geriye kalan da odur zaten…

        

         Bugünden bir kesit…

        

         Şimdilerde geleneğimizi, göreneğimizi, âdetimizi, örfümüzü, kısaca kültürümüzü bir kenara koyduk ve kendimizi de ona uydurarak; aileyi küçülttük. Herkes kendi başına olmayı, kendi hayatına sadece kendi bildikleriyle hükmetmeyi çok seviyor. Halbuki; tecrübenin bize öğreteceklerinin yanında bizim bildiklerimiz o kadar az ki… İşte o tecrübeliler çoğunluğun hayatında pek yok. Onlar; ara sıra görülebilecek ve dua istenecek “sessiz gemiler” olarak görülüyor. Ve birden; pek de belirgin olmayan yerleri boş kalıyor. O büyüklerin; evin bereketi, geçmişi olan ve de geleceği şekillendiren o güzel insanların, yanımızda bulunmasının ne büyük nimet olduğunu, ancak onları kaybettikten sonra anlıyoruz. O da; hatıralar şeridine dalmasını ve oradan bir şeyler çıkarmasını bilirsek eğer…

         Ne var ki; bu geç anlamanın bize hiçbir faydası ve zerre kadar önemi yoktur. Ramazanlarda, bayramlarda bu yokluğun yüreğe nasıl oturduğunu ve gözleri yaşa boğduğunu, anne babaları henüz sağ olanlar lâyıkıyla bilemezler.

         Söz yine dağıldı ve bugünkü sahurdan bir kesit veremedik. Aslında bugün de,  mazinin güleç yüzünde kalanların bir bölümünü olsun yaşatabiliriz çocuklarımıza… Sahura kalkmak gibi önemli bir ayrıntıyı ihmal etmeyerek, iftarda bir arada bulunmanın güzelliğini vurgulayarak, onların genç dimağlarına bu hoş rayihadan damıtabiliriz. Bunu; yapılması gerekenleri onların keyiflerine bırakarak değil de, kararlı olduğumuzu göstererek başarabiliriz.

         Ramazan; bir başka yakışıyor şehre ve dünyamıza… Çarşıları, pazarları temizliyor ve Müslüman yüreklere kendinden izler bırakıyor. Gökkuşağının ışığını üstümüze bindirerek, insan olmanın, Müslüman olmanın aydınlığını ramazandan sonra da devam ettirmemizi ihtar ediyor. Diğer aylarda da yoksulun yine yoksul, düşkünün yine düşkün olduğunu ve elimizden geldiği kadar darlarına yetişmemiz gerektiğini zihinlerimize nakşediyor. Deruni nağmeleri ruhumuza ve “Şehr-i mübarek”i dillerde terennüm ettiren, gönüllere yerleştiren ramazan, bir ihtiyaç sahibine edilen yardımda gerçek anlamını buluyor.

Yüce Rabbimden ramazanın hepimiz için hayırlara vesile olmasını diliyorum.



Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.