Gönül gurbet ele varma...
Türküler zengin yürek sermayemiz
Türküler asla silinmez künyemiz
Ezgi sevdasıyla Türk’ten türküye
Türkülerden Türk’e varmak gayemiz
Tacettin Şimşek
Vakit
akşamdır ve kuzineli soba kok kömürünün şiddetiyle nar gibi kızarmıştır. Kok kömürü ki; öyle kolay kolay ele geçmezdi
ve uzun uğraşlar, para yatırıp beklemeler ve teslim almaya gidince, sabahın
köründe sıraya girmeler sonucunda alınırdı. Kömür alınıp da yerine
doldurulunca, soğukla ilgili büyük bir mesele halledilmiş olurdu. Ayrıca öyle
herkes istediği kadar kok kömürü de alamazdı. Çünkü hane başına verilecek
miktar bellidir ve o da karneyle verilmektedir. Daha yaz ortasında başlanan
işlemler, sonbahar da ya da kış başında ancak halledilirdi. Bazen tek gidişte
alınamazdı ve ciğerlere işleyen soğuk altında saatler geçirilirdi. Hem kaliteli
olduğu ve hem de bu kadar çabadan sonra ele geçtiği için çok değerliydi. Kömür
atılan yerin hemen yanındaki göze doldurulmuş patatesler-O zamanlar kartol
denirdi.-kızaracak ve közlenmiş, içi kum kum olmuş haliyle az sonra oradan
çıkarılacak ve ellerimiz, ağzımız, dilimiz yana yana yiyeceğiz.
Sobanın
dibinde yere uzanmış, etrafımdaki sohbetin ninni gibi gelen güzelliği altında
yarınki ödevlerimi yapmaktayım. Her zamanki gibi radyo yakınlarda bir yerdedir
ve kulağımın teki mutlaka ondadır. Benim sese müptela olduğum zamanlarda radyo,
dantelalı örtülerinden kurtulmuş, teknolojinin yardımıyla özgürlüğüne
kavuşmuştu. Evin her tarafına taşınacak ebada inmişti.
O ara
ya istekler okunmaktadır radyoda ya da bir solistten türküler… Ali Ekber Çiçek
o hünerli elleriyle vuruyordur sazın teline ve sazdan yayılan nağmelere o
kalın, davudi sesi eşlik ediyor, bu içli söyleyiş dalga dalga büyüyor,
yayılıyor evimizin duvarlarında…
“Mektup selam söyle benden sılaya
Söyle benim için de eller ağlasın”
Gurbetin
çilesini çekenlerin, geçim yükü, sevda derdiyle uzaklarda inleyenlerin
hislerine tercüman olan bu türkü, merhametli yüreklere onların sızısını
duyuracaktır. Bütün bunları çekenler kendileriymiş gibi onları derinden üzecek
ve bu hüzünle göz pınarlarından sessizce yaşlar süzülecektir.
Az
sonra da belki Turan Engin, o dağ dağ yükselen sesiyle bir uzun havaya
başlayacak ve ortalığı velveleye verecektir. Gurbete gönderdiklerinin
hasretiyle kor gibi yanan yürekler, uzun havanın her biri birer ateş topu
misali ortaya düşen sözleriyle, bir kere daha irkilecek; acıları, aşkları,
ıstırapları tazelenecek ve göz pınarlarında zorla tutulmaya çalışılan yaşlar
salıverilerek, bu yakıcı nağmelere karışıp gidecektir:
“Şu yüce dağları duman kaplamış,
Yine
mi gurbetten kara haber var.
Seher vakti bu yerde kimler ağlamış,
Çimenler üstünde gözyaşları var.”
Şu
benzetmenin güzelliğine, derinliğine ve inceliğine bakınca, bunu; gücünü Hak’tan
alan halk muhayyilesinden başka kim yapabilir diye düşünmeden edemiyor insan…
Seher vaktinde çimenlerin üstünü kaplayan çiğ tanelerini gözyaşına benzetme
kudret ve maharetini bir tek kişinin gösterebilmesinin zorluğu üzerinde
düşünmemek elde mi?
Sözün
ve nağmenin seline kapılmış halde bir hayalin peşinden yola revan olup
giderken, birden “Hüma” dedikleri
devlet kuşu seslenivermez mi yükseklerden… Yâr koynunda beslenen bir çift
sunadan sözeden, kirpikleri ıslanacağı için yârin ağlamasına tahammül edemeyen,
eğer ağlaması gereken biri varsa o da kendisinin olduğunu, zira ancak bu yolla
deli gönlünü eğleyebileceğini, uslanacağını söyler ya dertli âşık… Sonrası daha
hazin olan bu hikâye; Mükerrem Kemertaş’ın dupduru, yüksek perdeden dört bir
yanı kaplayan sesiyle, bir akarsu gibi yanan sineleri serinletir, sitemlerini
dillendirir ve bütün bir âleme duyurur.
Bütün
bunlar olurken ben yine sobanın dibinde, yarın ki ödevlerimi yetiştirmeye
çabalamaktayım. Ne var ki; eğer mevsim yaz olsa ve evde de büyüklerden kimse
olmasa, benim de bu nağmelere eşlik edeceğim, ses sese katacağım bir gerçektir.
Türkü dinlediğim ve türkü söylediğim demler; dinlenme, zihnimi toparlama ve
içimdekileri paylaşma vaktidir. Gençliğin verdiği coşkunun dışarı taşan bölümlerinin
gün gün azaltılarak, türkülerin güzelliği, nağmesi ve okşayışıyla, kendine
ayrılmış mecraya döndürülmesi; böylelikle yumuşatılması ve yönünün sevgiye,
sevdaya, iyiliğe çevrilmesidir.
İşte
böyle… Ne zaman bir türkü dinlesem, nerede bir türkü çıksa karşıma, hemen alıp
götürür beni bir yerlere… Şimdi yerinde yeller esen o eski sokaklara, bugün
hepsi tarih olmuş, ama bir zamanlar dostluğun, komşuluğun bütün canlılığıyla
ayakta olduğu geçmişteki mahallelere… Artık hepsi uzak birer hatıra olan ilk
bağlanışlara, ilk hissediş ve duyuşlara… İlk yürek çarpıntılarına ve sevda
yüzünden ilk ağlayışlara… Bağrındaki ateşi söndürmek için göğsünü rüzgâra
açışlara… Şimdiki gibi, çoğunluğun maddiyat değil de; haysiyet, onur, şeref
takıldığı o güzelim, o sevgili ve muazzez anlara… Ve tabii ki; gücünü
menfaatten değil de, samimiyetten alan, hiçbir şeyin kolay kolay kesip
atamayacağı sarsılmaz dostluklara ve insanlıklara…
Küçük
bir olayda hemen vefasızlık rüzgârına kapılıp, nice güzelliklerin bölüşüp
paylaşıldığı günleri bir kalemde silerek, daha büyük avlar için yeni koylara
yelken açıldığı günler henüz gelmemişti ve insanlık türküleri de hâlâ
revaçtaydı. Henüz biliniyordu nimetin kadri ve insanlar ona niçin “nanı aziz” dendiğinin farkındaydılar.
Sevda ateşiyle sermest olanlar, yürek yaralarını çekinmeden açıp
rahatlayacakları bir dostun hasretiyle hiç bu kadar yanmıyorlardı.
Yakındakinden uzak durup, bittiğinde kendilerine acı vermeyeceği düşüncesiyle,
ıraktakini sevmiyorlardı.
Onun
içindir ki; bir kuş öttüğünde o günleri hatırlıyor, bir dal kırıldığında
mazinin tedaileriyle sarsılıyor ve bir türkü işitildiğinde, kış günlerinde
sobanın dibinde geçirilen, kanaat, tevekkül ve sabrın baş köşeye oturtulduğu
vakitlere kanat çırpılıyor.
Eğer, sizde de böyle bir etki
uyandırıyorsa, ara sıra da olsa geçmişin o güzel yüzünde nefes alıp vermek
istiyorsanız, takılın türkülerin ardına… Alsın götürsün sizi de…
Hüzünlenin, gözleriniz dolsun,
ağlayın ve başkalarının acıları için bir sızı geçsin teninizden… Yaşayan bir
yürek taşıdığınızı hissedin, fark edin. Değil mi ki;” Yaşamak farkında olmaktır.” Çoktandır unuttuklarınızı yeniden
hatırlayın. Sözlerin ve nağmelerin etkisiyle göğüs geçirin. “Hey gidi günler hey!” diyerek
ellerinizi sallayın, maziyi şenlendirin. Unutmadığınız ama bir köşede öylece
duran dostlarınızı ve yaşanıp yaşanmadığı şimdi bir hayal gibi gelen gençlik
aşklarınızı sevindirin. Hatıraların büyüsüyle sevmediklerinizi bile sevin…
Dertlenin, durulanın ve içinizden gelen sese kulak verin. Böylece yaşadığınızı
anlayın.
“Ruhsuz
vurdumduymaz sağlara inat!
Işkınsız, üzümsüz bağlara inat!.
Çarpıklığa teşne çağlara inat!” (Ahmet
Süreyya Durna); söyleyin türkülerimizi… Korkmayın; sesim güzel
mi, söylemesini becerebilir miyim diye düşünmeden, sadece söyleyin… Hiçbir
yerde söylemeseniz bile, dağlara, vadilere, çaylara, dere kenarlarına yol
düşürüp, içinizden geldiği gibi, sesiniz yettiğince türkü söyleyin…
Hele bunu birileriyle yaparsanız,
daha çok faydasının olacağı kesindir. O günlere dair hafızanızın da yardımıyla,
aranızdaki bağ kuvvetlenir; dostluğunuza yeni bir renk gelir, paylaştıklarınız
daha bir anlam kazanır.
Bakın bir türkü neleri başarıyormuş.
Eğer istenirse tabii… Her şeyin istemeye bağlı olduğunu unutmayalım. Deneyin
göreceksiniz. Hem ne kaybedersiniz ki… Hadi bir başlangıç olsun diyelim ve yine
bir türkünün sözleriyle bitirelim cümlelerimizi…
“Gönül gurbet ele varma
Ya
gelinir ya gelinmez
Her güzele gönül verme
Ya sevilir ya sevilmez…”