Ramazan Akşamında Hatıraların Peşine Düşmek...
Es insan ruhuna inip yüce ilham dağından
Kevser içir, âb-ı hayat boşalt kristal bardağından
Susamış ufuklara insan kalbinin ufuklarına
Bugün gökte ve yerde bir şehrâyin, bir ışık demeti, ulvi ve gönülleri huzurla donatan sırlı bir hava var. Aydınlık; sonsuz bir berekete bürünmüş, geçtiği yerleri, değdiği insanları bu havayla sarıyor. Ve merhamet... Ve bir toprak dolusu rahmet boşanıyor toprağa... Çünkü Ramazan ayı başladı... Ve bu ay; kırgın gönülleri tamir eden, dargınlar arasında köprü kurulmasına vesile olan bir kutlu ay... Bir güzel ay... Bir latif ay...
Günlerin ve gecelerin en kutsalı,
Müslüman yüreklerin on bir ay sabırla bekledikleri ve kavuşmak nasip olduğunda
feyzinden bir payın da kendilerine düşeceğini umut ettikleri bir ay...
Geldiğinde; evlerin, sokakların, caddelerin ve tabii yüzlerin tebessümle
kaplandığı Ramazan ayının; ülkemiz, milletimiz ve bütün bir dünya için barışa,
huzura ve saadete vesile olmasını yürekten dileyelim.
Geçmişte yoksulların borç defterlerini kapatıp, sadaka taşlarını doldurarak bir kanaat medeniyeti oluşturanların çocuklarınca bugün de; mahzun gönüllerin sevindirildiği, yoksullara daha fazla el uzatıldığı, mazlum yüreklerden yükselen feryada daha çok kulak verildiği bu ayın hepimize güzellikler getirmesi temennisiyle, Sezai Karakoç’un bu konudaki cümleleriyle devam edelim satırlarımıza…
“Ruhumuzun
en tabiî şeyhisin. Her inanmış gönül, senin en tabiî müridindir ey Ramazan.
Mucize göğünün en parlak yıldızlarındansın. Günlerinden ve aylarındansın. Kalbimizi Kâbe'ye döndüren ilâhî pusulasın. İnsanların çoğu için âdeta nesli tükenmiş kadim bir kuşsun. Öyle de olsa. Zümrüdü Anka kadar değerlisin. Geldin. Seni bekliyorduk. Hoş geldin. Mutluluk getirdin. Gelişin bir bayramdır. Giderken de bayram bırakarak gidersin. Yalnız bir ayı değil, yılı ve ömrü onaransın. Zamana yakut, cevher özünü veren bir ustasın. Kentleri de ruhlar gibi aydınlatırsın. Toplum ruhunu ruhlarımızın iç kalesi haline getirirsin. Eşsiz, Tanrı bağışı, gözle görünür mucize, toplu tapınmalar yatağı, kurtuluş ırmağı, ruhumuzun hakikata doru sırlı aynası Ramazan, sana selâm. Ve senin bilincine varanlara kutluluk.” (Sezai Karakoç, “Görünen Aya Selam”, Samanyolunda Ziyafet, Oruç Yazıları, s.88, Diriliş Yayınları 2004)
Hak nasip eyledi ve bu yıl da, ayların sultanı, gönüllerin mihmanı olan Ramazan ayına eriştik. Dönüp gelen zamanla birlikte; oruç ayı da döndüğü için, artık yaz ayına, çocukluğumuzdaki günlere denk gelmeye başladı Ramazan yine... Uzun günlerin ve sıcak zamanların el ele tutuştuğu günlerde, orucun sinelerde bıraktığı iz daha derin ve belki de daha anlamlı… Serinliğin ve kısa günlerin epey bir süre uzaklarda kalacağını söyleyerek, bilineni tekrar etmek, biraz sıkıcı olsa da; bu derinliğin ve anlamlılığın boyutunu kuvvetle vurgulamak bakımından belki de bu gerekli… Hele de; hayatlarını güneşin altında çalışarak kazanan ve bu arada; vücutlarını orucun faziletiyle nurlandırmasını bilenler için bu yazdığımız çok daha önemli… Güneşin altında, susuzluktan şerha şerha olmuş dudakları ve açlıktan sırtına yapışmış karınlarıyla, helalinden kazanmaya çalışanların Yaratıcının emrine uyarak gerçekleştirdikleri oruç eylemi; bu mananın derinleşmesine ve daha büyük anlam kazanmasına yol açıyor.
Yaşadığımız şehir Erzurum… Yayla ölçeğinde bir yere kurulmuş bu şehirde, batıdaki yerleşim birimleri kadar olmasa da; yine de son yıllarda; alışkanlıklarımızda, düşüncelerimizde ve hayat tarzımızda meydana gelen değişiklik, bu aya özgü havayı da değiştirdi ve bazı açılardan geçmişi arar hale getirdi.
Şehirden şehre göçün ve şehir içinde
muhit değiştirmenin; komşuluğu ortadan kaldırması sonucu, insanlar yeni
mahallelerinde ve apartmanlarında birbirlerine yabancılaşarak yaşamaya
başladılar. O eski samimiyetin ve birbirinden haberdar olmanın yerine yeni bir
şey koyamadığımız için, bu uçurum her gün biraz daha derinleşmektedir. Bu ise;
zihnini bu işe yoranları ziyadesiyle üzmekte ve gelecek adına endişeye
sevketmektedir.
Ve yeni hatıralar edinemediğimiz için, geçmişin tatlı yüzüyle, yılların örttüğü o eski hatıralarla kendimizi avutmaya çalışmaktayız. Gerçi bunu yapanlar bile sayıca pek azdır bugün… Zira günümüz insanı her şeyi unutmak adına yapıyor ve hafızaya, hafızasındakilere değer vermiyor. Hatta bazıları; belki kendince haklı sebeplere dayandığını iddia ederek, geçmişinden, geçmişten nefret bile ediyor. “Yine mi eskiler?” diyerek, bunu yapmaya çalışanın ağzına tıkıyor lafı… Ama şurası bir gerçek ki; eskiden olupta şimdi bulamadığımız çok şey var. Şimdi olupta eskiden olmayanların çoğunluğu ise; genelde maddiyâta dair… Ne var ki insan; gerek geçmişteki güzellikleri unutuluşa terk etmemek ve ve gerekse; maddi ve manevi açıdan nereden nereye geldiğini görmek adına, ara sıra da olsa hatıraların peşine düşmeli… Tıpkı benim yaptığım gibi…
Miladi 1760 tarihinde inşa edilen ve bu yaz restorasyona (Son yıllarda bu işlemleri gerçekleştirenlere teşekkür ederken, bir hususu da belirtmeden geçmeyelim. Lütfen bu gibi yenileme işleri yapılırken daha titiz davranılsın ve göz boyama cinsi çalışmalardan kaçınılarak, orijinaline riayet edilsin. ) tabi tutularak, etrafını zamanla birer ayrık otu gibi sarmış kahvehane ve dükkânlar yıkılarak çevresi açılan, hava alır hale getirilen, Ramazan ayının hemen öncesinde de ibadete açılan Cennetzâde Camiin de kıldığım teravihin ( Mesela; buna dair de çok şey yazılabilir, ama şimdilik bir köşede dursun.) ardından, eski mahallemdeki (Yukarı Yoncalık) baba evimizin bulunduğu sokağa doğru yürüdüm.
Epeyce bir süre önce görmüş olmamın
heyecanı, geçmiş Ramazanlardan kıyıda köşede kalmış, hâlâ yaşayan bir manzara
yakalama ve de içimdekilerle birleştirme duygusuyla mesafeleri katetmeye
başladım. İlk gözüme çarpan; yıkık ve virane bir görüntü… Sokak lambalarının
ölgün ışığında, her nasılsa ayakta kalmış evlerin kapılarından uzanan çekingen
başlar, az da olsa burada bir hayatın varlığından haber veriyor. Şadırlı sokak,
Değirmi Sokak ve bizim evin olduğu Numan sokak ve adını unuttuğum diğer
sokaklardaki, yıllar geçmesine rağmen yeniye ve yenilenmeye dönük hiçbir
değişikliğin olmaması içimi sızlattı. Adeta deprem görmüş gibi… Şehrin merkezi,
kalbi sayılan Cumhuriyet Caddesine olan uzaklığı beş yüz metreyi bile geçmeyen yerlerdeki
bu harap görüntüye inanası gelmiyor insanın doğrusu… Kendimi bir anda o kadar
yabancı hissediyorum ki… Sayısız kere bu yerlerden geçtiğime, o günlerle bugünü
kıyasladığımda, daha on beş, yirmi yıl öncesinde buralarda yaşadığıma
inanamıyorum. Araya ne girmiş, nasıl olmuş da bu kadar gözden ırak tutulmuş, bu
yıkık, dökük hal ne zaman oluşmuş ve kim tarafından ortadan kaldırılır? Bu
soruların cevabını düşündüğümde, pek olumlu bir karşılık bulamadığımdan olsa
gerek; sıkılıyorum ve bu durumdan sorumlu olupta gereğini yapmayanlara sitemler
gönderiyorum. Aldıkları karşılığında ortaya koydukları manzarayı hiç mi
görmüyorlar? Gerçi 20011 Kış Olimpiyatlarına hazırlanan Erzurum’da şehrin
göbeği sayılacak yerlerin hangisinin hali bu yazdığımızdan farklı ki? Böylesine
harap bir görüntü, büyük bir organizasyona imza atacak olan Erzurum için
imaj açısından (eğer birilerinin imaj
endişesi varsa) sıkıntı yaratmaz mı?
Hele de bundan sonrası için…
Sözün rotasına yine kendimize
çevirirsek; fukaralığa ve bu kötü manzaraya rağmen, buralarda hâlâ sokak
sesleri hüküm sürüyor. İnsanların; hapsolunan sitelerdeki ya da koca koca
apartmanların oluşturduğu mahallelerdeki yabancılıktan çok uzak, sokağı
evlerinden bir parçaymış gibi saydıkları gözümden kaçmıyor. Belki toplum olarak
biz bunu kaybettik. Sokağı, sokağın evimizin bir parçası olma durumunu ve tabii
ki sokak seslerini… Sabahın erkeninde birbirine karışan çocuk cıvıltılarını ve
bu cıvıltılarla uyanmayı… Birbirleriyle oynarken bağrışmalarını, itişip
kakışmalarını ve sokağın da yaşayan, canlı bir yer olduğu, olması gerektiği
gerçeğini…
İfadeye çalıştığımız bu yaşama şeklini, biraz olsun bulunduğumuz yerlere taşımayı başarabilseydik ve de buna uygun bir mimarî tarz, yapılaşma şekli oluşturup, mahalle kültürünü tamamen kaybetmeseydik; her halde komşuluk ve dostluk; bugün geldiği noktadan çok daha iyi yerde olacaktı.
Bir Ramazan akşamında hatıraların peşine düşerek dolaşmanın ardından soluğu, yıllardan beri atıl olarak duran ve bugünlerde bir sohbet mekânına dönüştürüldüğünü işittiğim Pervizoğlu Camiinin yanındaki eski medresede aldım. Büyük bir merakla caminin hemen yanındaki kapıdan girdiğim yer, yıllardır oradan geçiyor olmama rağmen yine de beni şaşırttı. Hava serin olsa da, ortadaki üstü açık bölümde insanlar büyük bir zevkle çaylarını yudumluyorlar ve teravih sonrası, bir Ramazan akşamında muhabbetin tadını çıkarıyorlardı. Çok kalabalık olmasına rağmen, kendime bir yer bulmayı başardım ve hatıraların peşine düştüğüm bu yazıyı kaleme aldım. Ve bir yandan da şunu düşünmeden edemedim:
“Birilerinin kötü niyetine ve gayretine rağmen, çok şükür bu şehirde hâlâ
sevinilecek şeyler oluyor. Ne güzel!”