Erzurum Haber Girişi : 27 Eylül 2009 20:35

Şehirler için tarihiyle övünmek yeterli mi?

Şehirler için tarihiyle övünmek yeterli mi?
Şehirler için tarihiyle övünmek yeterli mi?

Şehirler... Şehirler... şehirler... Geçmiş zamanın kırık dökük aynaları. Güzelliğiyle, çirkinliğiyle, yaşanmış zamanların izlerini taşıyan şehirler. Dün zamanıyla birlikte var olan, bugünse, sükûtun çın çın çınladığı zamansız mekânlarıyla zihnimizde hüzün imgeleri oluşturan şehirler... Bir camiinin ışık çavlanlı görkemi, bir minarenin kalem gibi zamana mesaj ileten inceliği, bir türbenin yaşamla öte dünya arasında kurulan dengeyi yansıtan derûnî hâli, bir çeşmenin ya da bir şadırvanın ezelle ebed arasındaki akışı nakışlayan şırıltılı ilâhisi, bir yaşlı çınarın destansı bilgelikler çağrıştıran tarihî kimliği, işte bir şehrin ruhumuza ışık huzmeleri salan şiirselliği.


            Şiirsel ifadelerle bir şehrin şiirselliğini anlatan bu cümleler şair ve yazar Arif Ay’ın... Ve benim, içinde yaşadığım şehrin, ruhuma hâlâ “ışık huzmeleri salıp salmadığı ya da hangi oranda saldığı konusunda bazı tereddütlerim var. 


            Tarihçilerin bildirdiğine göre, Anadolu’nun geçiş noktalarında kurulmuş, çoğu kişinin, soğuğu ve yılın büyük bölümünde kalkmayan karıyla hatırladığı bu şehir, 1520 yılında geçmiş Osmanlı hâkimiyetine... Fakat bir gerçek var ki o da, şehrin, Türklüğe mekân olmasının başlangıç yılının daha önceki asırlara uzanıyor olması... Bir başka gerçek de; gücünü, hâkimiyeti altına girdiği bütün Türk devletlerinin gücüyle birleştirmesi ve güçlerine güç katarak, onları yüceltip büyütmesidir.


            Hiç bir zaman kendiliğinden teslim olmadığı gibi, kahramanlığına boyun eğdiklerini de, sırtından hançerlememiş, ihanet tuzakları kurarak adını haine çıkarmamış.


            Onun içindir ki, mertliğiyle, yiğitliğiyle dolaşıp durur olmuş dillerde... Hep bu yönüyle yer etmiş gönüllerde... Zalimleri hiç bir zaman barındırmamış, toprağında... sinesinde...


            Ne var ki, her şeye rağmen bugün bile, bakınca, tarihin sesi, soluğu olduğunu ayan beyan gördüğümüz bu şehrin, sahip çıkılmadığı takdirde, gelecekte bu görüntüsünü (hem; gittikçe değişen insan varlığı ve hem de tarihi zenginlik açısından… Bizim burada el aldığımız konu; ikincisi…) kaybedeceği söylenebilir.


            Zira; geçmişin, günümüze yansıyan yüzünün en belirgin örnekleri olan ve geçmişi bugüne bağlayan tarihi varlıklar açısından oldukça zengin olan bu şehir, elindekini avucundakini bir mirasyedi sorumsuzluğuyla tüketmekte, günbegün yok etmekte onları...


            Gelecekte, kültürel birikimi darmadağın olmuş bir şehirle, geçmiş arasında bağ kurmak elbette ki zor olacaktır. Ve bu durumu sonraki nesillere anlatmakta oldukça sıkıntıya düşüleceği muhakkaktır. Zira, diğer şehirlerimizde olduğu gibi, bu şehirde de atalar mirasına  sahip çıktığımız söylenemez.


            Görkemli görünüşleri ve sahip oldukları estetik güzellikleriyle görenlerin gözünü kamaştırıp, ruhunu aydınlatan eserlerin bakımı ve onarımı konusunda her gelen gideni aratmıştır. Ve hiç kimsenin aklına, zamanın insafına terkedilen ve bir daha yapılamayacak bu “atalar mirası”nı korumak için ciddi, dikkatli ve kalıcı tedbirler almak gelmemiştir. Gelse de uygulanmamıştır. Hâlâ sözlerle vakit doldurulmaya, ele geçen fırsatlar, boş tartışmalarla heba edilmeye çalışılmaktadır.


            Hep tarihimizin eskiliğinden, milletimizin yüceliğinden, zaferlerimizin büyüklüğünden söz edip dururuz. Peki, bu kadar eski bir tarihe sahip, bu kadar büyük zaferler kazanmış bir millete, tarihi miras olarak atalarından ne intikal etmiştir? Eğer onlardan bize kalan kültür varlıklarımızı korumakta daha fazla gecikirsek, gün gelir, yukarıdaki soruya verecek cevap bulamayız.

            Sahip olunmayan  kültürel değerlerin nasıl yerle bir edilip, yerine köksüz ve medeniyetsiz binalar yapıldığını bilen canlı şahitlerin bir kısmı henüz hayattadırlar ve bu durumu daha yakından bilmektedirler.


            Yerlerine yenileri konulamayacak olan sanat değeri taşıyan evlerin, konakların, bir gecede yıkıma uğratıldığının ve ayakta kalma mücadelesi verenlerin de kendi başlarına yıkılmaya bırakıldığının bizler de şahidiyiz.


            Yıkıldıklarında, bir daha ihya edilmeleri mümkün olmayan ( Çünkü; ne onları yapan ustaları bulabiliriz ve ne de onları yaptıracak fedakâr insanları... ) bu mekânların; niçin böyle görmezden gelindiğini merak ederim. Ve bu ülkenin yönetimine talip olanların çok azının kafalarında onlarla ilgili bir bölümün yer aldığını hatırladığımda da içim acır.


            Halbuki, “ Şehirler ruhlarımızı yansıtırlar.” Ahmet Hamdi Tanpınar’ın cümleleriyle; “Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu.


            Bu gidişle ise, “ o iman ve o ruh öldürüldüğünden beri şehirler çirkinliğin, kimliksizliğin, kişiliksizliğin, estetiksizlik ve şiirsizliğin mezar taşları olarak dikilip durmaya” başlayacaklardır karşımızda...


            Şehirlerin; cedlerimizden devraldığımız o ruh yapısını gelecekte de yansıtmasını istiyorsak, tarihî mirasımıza sahip çıkmalı ve bu ruha uygun şehirler inşa etmeliyiz.


            Bana ayrılan yerde bunları yazmak geçti içimden bu hafta...


            Artık kim okur, kim dinler; bilemem.

 



Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.